12 Nisan 2020 Pazar

Beslenme karnenizi tutun, salgın günlerinde kilo almayın

Beslenme karneniz nasıl?
Çocukken bize karnemizi sorarlardı büyüklerimiz. Sanırım şimdi bize sorulacak soru bu: Beslenme karneniz nasıl? 

Zor günlerden geçiyoruz.
Bütün insanlık ev hapsinde.

Türkiye'de icad edilen irtibat/iltisak kriterleriyle insanlar hapse atıldı. Ben de terörle yaftalandım ve cezaevinde kaldım. Orada insan ev hapsine özeniyor. "Keşke evde ailemle birlikte olsam" diye geçirirdim içimden. İronik bir şekilde şimdi bana hapsi reva görenler de ev hapsinde...

Her neyse, evde ailemizle olmanın iyi tarafları var muhakkak. Ancak, evde kalmak beraberinde bazı sorunlar da getiriyor. Bunların arasında önemli bir risk kilo almak.

Hattı zatında, şişmanlık korona salgınından daha büyük bir pandemi. Etrafınıza bakın, insanlar neden ölüyor. Göreceksiniz ki, çoğu ölümün sebebi kalp krizi, beyin felci gibi hastalıklar. Bu hastalıkların baş sebeplerinin arasında şişmanlık geliyor. Hatta şişmanlık birçok kanser çeşidiyle bile ilişkili bulunmuş.

O nedenle, bir aile hekimi olarak şişmanlık riskine karşı sizleri uyarmak istiyorum. Evde kaldığınız dönemde daha da dikkatli olmalısınız ama şimdi size hayatınız boyunca rehber edinmeniz gereken önerilerde bulunacağım.

Şöyle bir düşünce gelebilir aklınıza: "Şimdi bu doktor yüzlerce diyet listesinin arasına bir yenisini mi ekleyecek?"

Hayır. Amacım bir diyet önerisinde bulunmak değil. Amacım, bir hekim olarak birikimlerim çerçevesinde herkesin uyması gereken sağlıklı yaşam tavsiyelerini kolay, hatırlanabilir ve uygulanabilir bir şekilde özetlemek.

İlk önerimi yaptım zaten:
Sizlere diyet yapmanızı önermiyorum; yaşam tarzı değişikliği öneriyorum. Dolayısıyla yapacağım öneriler aklınıza yatarsa bunları hayat boyu uygulamalısınız. "Diyet" olarak uygulanan kısa süreli kilo verme çabaları beraberinde bazı tehlikeler getirir. Bunları başka zaman konuşabiliriz.

Size "beslenme karnesi" olarak adlandıracağımız daha önce de yayınladığımız beş basit kural tavsiye edeceğim. Bu kuralları okul karnesine benzetebilirsiniz. Haftada bir karnenizi değerlendirip beş üzerinden kaç aldığınıza bakabilirsiniz.

Basit ve akılda kalıcı 5 madde şunlar:
  1. Yedikten sonra 5 saat aç kalın.
  2. Kendinize bir servis tabağı hazırlayın.
  3. Yavaş yiyin.  
  4. Yediklerinizi yazın.
  5. Beden eğitimi yapın.
1.
Üstad Said Nursi risalelerde İbn'i Sina'nın şöyle söylediğini belirtir:
 Yediğinizde az yiyin ve yedikten sonra da 4-5 saat aç kalın.

Şimdi diyebilirsiniz ki, "Tıp bu kadar gelişti, sen bin yıl önceki bilgileri mi aktarıyorsun bize?"
Evet. Bu konnuda evet. Tıp ve teknoloji yeni hastalıklara tanı koyma, laboratuvar testleri, yeni ilaçlar gibi hususlarda gerçekten çok gelişti. Ancak, şişmanlıktan korunmanın yolu değişmedi.
Hatta bin yıldan da öncesine gidip peygamberimiz Hz. Muhammed'den örnek vermem gerekir size. Onun, günde iki kere beslendiği ve yediğinde de az yemeyi tavsiye ettiği rivayet edilmiştir (Tirmizi, Savm, 2380).

Ben de size yedikten sonra 5 saat aç kalmanızı öneriyorum. Aç kalmak derken, kalori içeren herhangi bir şey yememeyi kastediyorum. Sadece su ve şekersiz çay gibi şeyler tüketebilirsiniz. Yani, beslenme araladında atıştırma yapmayacaksınız. Demek ki, günde üç öğün yiyecekseniz ve kahvaltıyı dokuzda yaptıysanız, öğlen yemeğini öğleden sonra ikide, akşam yemeğini de yedide yiyebilirsiniz.

Tabi şu uyarıyı yapmam lazım: Eğer şeker hastasıysanız veya uzun süreli aç kaldğınızda kan şekeriniz düşüyorsa şeker kontrolünüzü yaparak gerektiğinde beslenmelisiniz. Özellikle insülin kullanan hastalar için hipogliseminin önemli bir tehlike olduğunu unutmamalısınız.

2.
Kendinize bir servis tabağı hazırlayın.
Bir öğünde yiyeceklerinizi yemeye başlamadan önce görün ve planlayın. Bir tabak hazırladıktan sonra da o tabaktakiler bittikten sonra masadan başka herhangi bir yiyecek almayın. Planınıza sadık kalın. Mesela bu benim bugünkü kahvaltı tabağım. Tabakta iki dilim peynirli-yumurtalı kızarmış ekmek, yarım ince dilim salçalı ekmek, yarım ince dilim buğday ekmeği, bir kurabiye, yarım kibrit kutusu kadar beyaz peynir, bir tatlı kaşığı kadar krem peynir, sekiz adet siyah zeytin ve bir kuru incir var. Ayrıca yarım tabak yağsız, sirkeli marul salatası ve şekersiz çayım var. Bu arada, bu tabaktaki kurabiye fazla geldi; yemedim. Fotoğraftaki baldan da yemedim. Yiyecek olsaydım servisa tabağıma yiyeceğim kadarını almalıydım. Bu arada biz şu sıralar ailecek günde iki öğün yiyoruz.

3.
Yavaş yiyin.
Yedikçe kan şekeriniz yükselecek, midenizden beyninize sinyaller gidecek ve doygunluk hissi oluşacak. Acele yerseniz boğazıza kadar yeseniz bile doyma hissi oluşmayacaktır. Halbuki birkaç lokmadan sonra bir nedenle yemeye ara vermeniz gerekse iştahınızın kaçtığını tecrübe etmişsinizdir.
O nedenle ufak lokmalar almalı ve her lokmayı çokça çiğneyip yuttuktan sonra ağzınıza yeni bir lokma koymalısınız. Ben en az 30 kere çiğnemenizi öneriyorum. Kendim de öyle yapıyorum.

Diğer taraftan, lezzet ağızdadır. Lokmayı yuttuktan sonra lezzet alamazsınız. Onun için tadına vara vara, yavaş yavaş yemeniz daha mantıklıdır.

4.
Yediklerinizi yazın.
Beslenmenin sağlıklı ve dengeli olması gerektiği bir tarafa, kilo alma açısından mesele aldığınız ve tükettiğiniz kalori dengesiyle ilgilidir. Herkesin metabolizma hızı ve ihtiyacı da farklıdır. Bu yolla kendinizi tanıyacak ve sağlıklı bir planlama yapabileceksiniz.


O nedenle, kendi beslenme düzeniniz oluşana ve besinlerin yaklaşık kalori değerlerini öğrenene kadar yediklerinizi yazmanızı ve kalorilerini hesaplamanızı öneriyorum. Bunu her öğünde yapmanız en iyisi olacaktır. Endişe etmeyin; birkaç ay sonra işiniz azalacak ve yazmanız gerekmeyecek.

Öncelikle günlük kalori ihtiyacınızı hesaplamalısınız. İnternette bu amaçla çok web sitesi var. Mesela şuradan hesaplayabilirsiniz: https://gunluk-kalori-ihtiyaci.hesaplama.net/
Benim günlük ihtiyacım 1700 kalori.

Şimdi, kahvaltı tabağımdaki besinlerin kalorisini hesaplayacağım. Bu amaçla https://www.diyetkolik.com/kac-kalori/ sitesini tavsiye ediyorum. Bazı besinleri tam olarak bulamadığınızda benzerlerinden yaklaşık kalorilerini yazabilirsiniz. Mesela, kızarmış ekmek yaklaşık 150 kalori. Ben de kızarmış yumurtalı ekmek için 200 kalori yazacağım.

Kızarmış ekmek: 200*2=400 kalori
Yarım ince dilim salçalı ekmek: 60 kalori
Yarım ince dilim buğday ekmeği: 30 kalori
Yarım kibrit kutusu kadar beyaz peynir: 30 kalori
Bir tatlı kaşığı kadar krem peynir: 40 kalori
Sekiz adet siyah zeytin: 40 kalori
Bir kuru incir: 50 kalori
Yarım tabak yağsız, sirkeli marul salatası: 30 kalori
Şekersiz çay: 0 kalori
Toplam: 680 kalori.

Bu arada, bir kurabiye, yakaşık 170 kalori. İyi ki onu yememişim.

Demek ki, akşam yemeğinde de yaklaşık 1000 kalori tüketme hakkım var.

Şunu da belirtebilirim: Yedi bin kalori yaklaşık bir kilogram vücut ağırlığı demek. Yani, fazladan 7000 kalori yediğimizde bir kilo alacağımızı veya tersini söyleyebiliriz.

5.
Beden eğitimi yapın.
Karnemizdeki en önemli puanlardan birisini de egzersiz oluşturuyor. Sağlıklı kalmak için bir kişinin günde 10 bin adım yürümesi veya 30 dakika orta şiddette egzersiz yapması önerilmektedir.

Bu konuda Sağlıklı Yaşam kitabımıza bakmanızı öneririm. Bedeninizin kaldıramayacağı şiddette egzersizler yaparak kendinizi tehlikeye atmanızı istemem.

Günlük adımlarınızı saymak için 50 TL'den başlayan akıllı akıllı saatleri veya cep telefonunuza yükleyeceğiniz bir aplikasyonu kullanbilirsiniz.
Ben her gün birkaç seans şınav ve mekik çekiyorum. Ayrıca, eskiden çocuklarımla tekvando çalıştığımızdan evimizde vurmak için ellikler de var. Bazen de onları kullanıyoruz. Siz bir Youtube videosu eşliğinde egzersiz yapmayı tercih edebilirsiniz.

Herkesin güvenli bir şekilde yapabileceği bir beden eğitimi yürümektir. Biliyorum, aklınıza "Sokağa çıkma yasağı var, nerede yürüyeceğiz?" sorusu geliyor.

Cezaevinde mahpusların yürüyebileceği alan, etrafı duvarlarla çevrili 10 adımlık bir yer. O duvarların arasında her gün 3 saat yürüyordum. 14 aylık tutukluluğum süresinde yaklaşık 5 bin kilometre yol yürüdüğümü hesaplamıştım. Benim evimin salonu oradan daha geniş. Evimde neden yürümeyeyim?

Sonuç olarak, haftalık takiplerinizi kendiniz yapacağınız bir çizelge oluşturur ve kendinize en azından iyi veya pekiyi verecek kadar puan alırsanız eminim ki, bu sıkıntılı günleri de sağlığınız açısından zarar etmeden ve kilo almadan atlatabilirsiniz. Hatta kim bilir, belki hayatınızın geri kalanı için sağlıklı bir yaşam tarzı benimsemiş olur ve bu krizi de kara dönüştürürsünüz :)
 
Beslenme karneniz hep beşte beş, yani pekiyi olsun.

8 Nisan 2020 Çarşamba

I became a flood by waiting, o saints!


(Written on January 11, 2020)

*This article is about the story of a professor and his experiences after the coup attempt of 2015 in Turkey. Title poem "Dura dura bir sel oldum erenler": https://www.youtube.com/watch?v=6FM4kUWfRd8

My name is Zekeriya Aktürk. I was born in a village in Trabzon. You have to drive 30 km up the mountains to reach our place.‎‎ My father was an expatriate. He worked in Germany for 16 years.‎

When I was just 10, my dear mom died in a traffic accident. From then on, I moved to Germany ‎to my brother and his family. I studied there in secondary and high school. ‎ Most of my grades in the school were “Gut” and “sehr gut”.‎‎

I was studying hard. I knew that I had to… There was no fortune in my village from the perspective of schooling. Before me, there were just ‎a few people in our town, who earned a license degree...‎

‎In 1984, my family decided to move back to Turkey. Similar to many other expatriates, when we were reaching the border of Turkey at Kapikule, we ‎were exiting the cars and kissing the earth. Patriotism… How could I know that one day I will be stigmatized as a terrorist...‎‎

As you probably figured out, I am coming from a classical Turkish family with conservative ‎cultural values. ‎‎I studied/I was supported, and finally got an MD degree from Marmara University. ‎

I could describe myself as a person full of love for his nation and people. I served both in the east ‎of Turkey, as well as the west. ‎‎I served in Şenkaya, an eastern district of Turkey during a time of dense terror attacks.

‎During the 1999 earthquake, I was in Kocaeli. Although I was assigned to my post as an assistant ‎professor, I stayed there for another month and served the victims of the disaster.‎

Then, I joined the academic life in Edirne. ‎There I served for seven years.‎‎

I can proudly say that my life if full of success. ‎‎I am among the first professors of family medicine in Turkey. ‎‎Turkish is my mother tongue.‎ Additionally, I speak English, German, and Arabic. ‎‎

For four years, I was employed at the Saudi Ministry of Health as a consultant. ‎In 2009, we again started to miss our homeland and decided to move back. ‎‎This time, it was my dear wife, who pushed for the change.‎‎

We settled in Erzurum. ‎‎I started to work at Atatürk University. ‎‎Also there, I made a lot of contributions. We developed the first student exchange automation system and called it the “World Web of ‎Mevlana.” It was an excellent opportunity for internationalization. ‎‎We were conducting regular post-graduate courses for Kazakh students.‎‎ I was the dean of the school of pharmacy for one year. ‎‎I contributed to many projects concerning education and curriculum development.‎‎ I was the department chair of both family medicine as well as biostatistics, where I contributed to ‎the training of many students and academic staff.‎‎ I organized scientific student congresses. Three of them were done during my time. Please ‎compare the time before and after me.‎‎

The number of my articles, conference proceedings, and books surpass 400.‎‎ Also, I own a YouTube channel with more than 500 educational video recordings. I do not know ‎any other scholar in Turkey with a similar contribution to the same field... ‎‎Who else has a similar service in Turkey, I do not know... ‎

I have memberships to many international organizations.‎ Being one of the co-founders of the organization, I represented Turkey in EQuiP for many years.‎

‎In 2015, we decided to move to Izmir. ‎‎ I was employed by Sifa University, which was an institution with many achievements. ‎‎Everything was looking fine for us. We had our dream house and dream city. However, “We ‎make our own plans, but the Lord decides where we will go.” ‎

There was this unfortunate coup attempt; the university was shut down by the government, and I ‎was unemployed.‎‎

I started to search for employment opportunities abroad ‎because the institutions in Turkey were ‎even not responding to my queries. ‎ I should mention that, in the past, they were sending their chauffeurs to invite me for ‎conferences…‎‎

Finally, I had a position as a consultant in Medinah. ‎‎The monthly salary was 15000 US Dollars. It was a big project with the possible contributions of ‎many other Turkish scholars. ‎‎

‎On September 2, 2016, while I was on my way to leave the country, I was taken under custody ‎and arrested.‎‎ ‎I was kept in prison for 14 months and a week. ‎‎

Too late, I realized that stone is hard, water can suffocate, fire can burn...‎‎

Of course, my values went upside down.‎‎ It was a devastating trauma for me. Indescribable. ‎‎You may have an opinion if I tell you that I lured for being dead. ‎‎

First, I thought they are joking. ‎My own landspeople, the country I loved and was ready to die for, could not do this to me. ‎I was the one who carried wounded soldiers from a battlefield in Senkaya…‎‎ I was the guy who sold all the assets of his wife to represent the country abroad… How could ‎this happen??‎‎

However, the reality is that plain people from rural Anatolia, ‎who dug their way in academic life, ‎bureaucracy, or trade were extinguished. The majority of the nation, on the other hand, have applauded this massacre or at least ‎overlooked it.‎‎
You see, I think we've been sacrificed for simple interests like home, car, road, positions, and ‎money.‎‎ Hundreds of thousands of educated people like me have been eliminated.‎‎

Now, I've been semi-free since two years.‎‎ I earn my living by doing translation and giving academic counseling on the internet on the ‎balcony of my house.‎‎

I'm waiting for the process to be completed. ‎

If I am allowed to live the rest of my life as a free man, I must, of course, migrate to another ‎country.‎‎ When my passport and freedom of travel are returned, I'm thinking of leaving the “Great Turkish ‎nation” on their own devices, and not disturbing them anymore with my presence.‎‎

My value perceptions are significantly modified. ‎‎Many things I considered right in the past prove to be wrong. ‎‎In the process, I was labeled even by some of my relatives. ‎‎Some friends didn't call or ask. ‎Some others also deleted me from their social media accounts. ‎Some scientific boards of the journals and associations removed my name from their lists...‎‎ The Turkish Association for Family Medicine stopped publishing my book composed of 1000 ‎pages, a project where >60 scholars had contributed...‎‎

I ask myself: What is the definition of sacred? ‎‎We have to revise our perceptions of the divine.‎‎ We must stop worshiping the state, race, power, and money, and be a servant of the Lord. ‎‎But, first of all, you have to be human. We could not manage to become real human beings.‎‎

My French colleague Marc Jamoulle shared my story in his presentation. ‎‎My German colleagues, my Saudia friends, my teacher Deborah from the United States, ‎colleagues and friends from all over the world have shared their concerns. ‎

I explained my condition to the Scholar at Risk.‎‎ They have shown interest not comparable to anyone from Turkey. ‎‎On the other hand, I observe that the Human Rights Association in Turkey is striving to support ‎the victims of this purge.‎‎

These events have revealed people who are sensitive to human rights, animal rights, as well as ‎the environment. ‎‎My children are far more sensitive to the rights of the oppressed than I am. ‎‎The saying “The oppressed can’t be discriminated by their beliefs, language, or color” is ‎becoming true in the practices of these people. ‎‎

Many persons sensitive to human rights gather under the umbrella of the KHK platforms to work ‎together. ‎In the old Turkey, it could not be imagined that these people could collaborate in a project. ‎‎I consider these people and subsequent generations as hope for global peace.‎‎

I invite you to shoot a video of yours. If you think you're not contaminated with dirt, nepotism, ‎bribery, theft, slander, persecution, ‎then, come and share your story. In the end, maybe we will not only be a society crying to their ‎own dead but also learn to care for others.‎‎

‎Sometimes I share the feeling in the poem of Mahsuni Serif, who says, “I stayed so long idle; ‎maybe it’s time to gush out”:‎‎

Yes, after everything I've been through, my life has gone upside down. But who knows, maybe ‎it better than before. Let's wait and see. Don't lose hope!‎

Evde kalın ama boş kalmayın!


Uzmanlık eğitimimi yeni tamamlamış ve Kocaeli Körfez Ana Çocuk Sağlığı ve Aile Hekimliği Merkezi'ne tayin olmuştum. Yıl 1998.

Üniversite hocası olmak istiyordum. Yeni tanıştığım bir profesörle fikir alışverişinde bulunurken kendisine biraz dert yanmıştım.

"Pratisyen hekim olarak Şenkaya'da görevlendirildim. Sağlık ocağımda dokuz personel vardı. Ebe, hemşire, sağlık memuru, tıbbi sekreter, şoför, hatta odacı dahi vardı ama bunca insan günde dokuz hastaya hizmet vermiyorduk."

"Şimdi ana çocuk sağlığına görevlendirilmişim. Burada da emekliliği gelen ebe ve hemşirelerden oluşan 7 kişilik bir ekip boş oturuyoruz. Bir hasta bakmadığım günler oluyordu. Kaynaklarımız neden bu kadar israf ediliyor? Neden daha verimli çalışabileceğim bir görev verilmiyor bana?" diye dert yanıyordum.

O profesör bana şu önemli nasihati yapmıştı: "Çalışkan insan her ortamda üretir; boş duramaz. Çalışmamak için mazeret olmaz. Sana çalışmak yakışır. Eğer çok hastan olursa çok çalışmalı ve 'Ne güzel, insanlara hizmet ediyorum' demelisin. Eğer hastan yoksa mahalleyi dolaşıp araştırma yap, insanları evlerinde ziyaret et. Deseler ki, görev yerinden de ayrılamazsın, o zaman da kitap oku, kendini geliştir.

2016 yılında başlayan OHAL sürecinde Türkiye'de 600 bine yakın kişiye terörist muamelesi yapıldı. Yüz binlerce insan işinden oldu. Hatta, birçoğunun diplomaları da iptal edildi. İnsanlar ne yapacağını şaşırdı, birçoğu depresyona girdi. İntihar edenler de oldu.

Ben de önceleri bir bocalama geçirdim. Kısa bir süre ne yapacağımı bilemedim. Ancak, belki 3 numaralı kişiliğe sahip olmam, belki de Kuran'ın şu düsturunu fark etmem boş durmama engel oldu: "O halde boş kaldın mı, yine kalk (başka bir iş ve ibadetle) yorul" (İnşirah, 7, Elmalı'lı Hamdi Yazır).

Neyzen Tevfik'in güzel bir fotoğrafı vardır. Boynunda bir yafta, yaftada Arap alfabesiyle "hiç" yazıyor; elinde de eğri bir kaşık...

Ben o fotoğraftan ders aldığımı düşünüyorum. Daha doğrusu "düşünüyordum". Bana göre, orada diyor ki, "Zaten sonunda hiç olacağız, öyleyse şimdiden hiç olmaya ne dersiniz?" Diğer taraftan, "Benim eğri kaşığıma bakıp hatalarımı bulmaya çalışma, senin de kaşığın eğri; kendine bak!"

Diyorum ki, demek Neyzenin felsefesini tam kavramamış ve kendimi sıfırlayamamışım. Yoksa tutuklanmak ve toplumun saygın bir ferdi iken sıfırın da altına düşmek o kadar dokunmaması gerekirdi. Evet, başıma gelenler çok zoruma gitti. Ruhum bunu kaldıramadı. İlaç desteği de aldım.

Neyse, demem o ki, İnsan kendi kendini sıfırlayabilirse her şeyi yeniden yapabilir. Önce sıfırlanmak lazım. Bazen de kader sizi sıfırlıyor işte. Bu dönemde 100 binler, hatta aileleriyle birlikte milyonlarca insan sıfırlandı. Hayata yeniden başladılar.

Hayata yeniden başlamaya hazır olmalı. Hele hele "yaşlandım, ben sonuna geldim" hiç dememeli. Bir yaşlıyı eleştirmişlerdi "Çok çalışıyorsun artık biraz dinlen" diye. O da şöyle cevap vermişti. "Evladım sen hiç maraton koşucusunun son düzlüğe girdiğinde yavaşladığını gördün mü? Ben yolun sonuna yaklaşmışım; esas şimdi koşmam lazım."

Demek ne olursa olsun, sıfırdan başlayabilmeli,  yapacak işler bulmalı, kendine, ailesine, çevresine ve insanlığa faydalı olmaya çalışmalı. Nitekim tanıdığım insanların çoğu bunu yapıyor. Ama bazıları da yapamıyor. Bütün insanların ataletten kurtulmasını diliyorum.

Mesela bir tanıdğım var, imamlıktan ihraç edilmiş. İşsiz kalınca günlük 10 liraya lokantada bulaşık yıkamış. Sonra bir fırında çalışmış. Fırının karşısındaki bakkalda kadınların "Fırıncı terörist çalıştırıyormuş" dedikodusu duyulunca işine son verilmiş. Bir buşuk sene bir pazarcıda çalışmış. "Gece gidiyor ve gece eve dönüyordum. Eve vardığımda bacaklarımı hissetmiyordum. Yere yatıp bacaklarımı koltuğa kaldırıyor ve öylece uykuya dalıyordum" diyor. Çöplerde sobada yakacak malzeme ararken bir suriyeli kağıt toplayıcısı durumunu sormuş ve kendisine sahip çıkmış, yanına alıp hurda toplama işini öğretmiş. Şimdi hurda toplayarak geçiniyor. Bugünlerde korona salgını nedeniyle hurda işi de durma noktasında tabii. "Ne yapacaksın?" dediğimde "Allah başka bir Suriyeli gönderir yardımıma; hiç şüphem yok" dedi.

Sonra bakanlıkta bürokrat iken 'börekrat' olan, simit ve poğaça satarak geçimini temin edeni de tanıdım, emniyet müdürü iken aç-susuz ortada kalıp sokaklarda yatanı da.

Evet, bu hikayeleri kişilerin kendilerinden dinlemek lazım tabii. KHKTV'de yüzlercesi var. Ben şunu söylemek istiyorum. Hayat kısa, anı en iyi şekilde değerlendirmek lazım. Karşımıza çıkan seçeneklere göre en iyi kararı vermeye çalışmalı ve gayret etmeli.

İnsan kendini yemek içmek ve eğlenmek için yaratılmış sanıyor. Aslında insan çalışmak ve faydalı olmak için vardır. Yemek için çalışmak değil, çalışmak için yemeliyiz. Çalışmak hayat felsefemiz olmalı. Böyle düşünürsek dinlenme ve eğlence anlarımızı da bir çeşit çalışmaya ve üretmeye dönüştürebiliriz.

Ben ne yaptım?
Cezaevinde zaten yapabileceğiniz şeyler sınırlı. Okumak, ibadet etmek, spor yapmak ve yazmak yapılabilecek başlıca işler. Ben de öyle yaptım. Bir şiir kitabı yazdım (şair olduğumdan değil, mecburiyetten. Neyse, beğeninize sunarım basılınca). Hatıralarımı yazdım. Cezaevinde tanıştığım kişilerin kısa profillerini yazdım. Onları henüz daktilo edemedim.

Sonra serbest bırakılınca bir tanıdığın çiftliğinde çalıştım. Bir süre çiflikte yaşadım. Bahçe ektim, ağaç budadım, pestil yaptım, reçel yaptım, keçi sağmayı da öğrendim. Keçi peyniri ve yoğurdu yaptım. O çiftlikte solucan gübresi yetiştirdim. Beş milyon civarında solucanımız vardı. Şimdi solucanları hediye edecek bir bakıcı arıyorum :)

Esas mesleğim hekimlik ve akademisyenlik olduğu için serbest kalınca evimin balkonunu ofise dönüştürüp ufak ufak makale tercümeleri ve istatistik danışmanlığı işleri yapmaya başlamıştım. Bir şahıs işletmesi kurdum ve internet üzerinden danışmanlık işleri vermeye başladım. Bir süre sonra çiftliği bıraktım ve tamamen evden çalışmaya başladım.

Şimdi zaten virüs salgını var. Kimse evinden çıkamıyor. Çıkmaması da gerekiyor. Belki birkaç ay daha böyle devam edecek. Ben zaten sıfırlanmış olduğum için evde çalışmak zoruma gitmedi. Ailemle birlikteyim, yapacak işim var. İnsanlar yaptıklarıma değer veriyor ve benden hizmet almak istiyor. Ben de zamanımın çoğunu bilgisayar başında yazı yazarak geçiriyorum.

Bir taraftan da profesör olarak çalışabileceğim bir iş arayışına devam ediyorum. Almanya'dan Frankfurt üniversitesiyle görüştüm. Kabul ederlerse ve bu salgından sağ çıkarsak belki Haziran-Temmuz aylarında tekrar üniversite hocalığı yapmaya başlayabilirim. Kim bilir?

Sonuç olarak özetlemek gerekirse, öncelikle kendimizi sıfırlayabilmeli ve üretip emek verebileceğimiz her işi yapmaya hazır olmalıyız. Sonra da seçenekleri değerlendirip kendimize en uygun işleri yapmalı ve asla boş durmamalıyız.

Unutmayın, dezavantaj gibi gözüken durumlar sizin avantajınız olabilir. Belki bu salgın döneminde evde kalarak çocuğunuzla eşinizle, ailenizle kaliteli zaman geçirmek, birlikte okumak, yazmak, evden yapılabilecek işler yapmak, hayatınızda geriye dönüp mutlulukla hatırlayacağınız bir dönem olacaktır.

Evde kalın ama boş kalmayın!


7 Nisan 2020 Salı

Bugün gökte bir yıldız eksildi


Prof. Dr. Ümit Topaloğlu
Bugün gökte bir yıldız eksildi

Bir türkü söylüyor Ender Balkır ve hislerime tercüman oluyor: Bedenimde değil, ruhumda sızı...

Gökyüzü yıldızlarla güzeldir.
Yıldızsız bir gökyüzü hayal etsenize.
Yıldızlar olmasa gökkubbe karanlık ve sevimsiz olurdu.

Hayatımızda da yaşamayı sevimli kılan yıldız gibi insanlar vardır. Sanıyorum onlar olmasa hayat karanlık bir gökyüzü gibi olur.

Bugün yıldızlarımdan birisi daha eksildi. Artık hayata asla eskisi gibi bakamayacağım.

Prof. Dr. Ümit Topaloğlu'nu 1993 yılında tanıdım. Haydarpaşa Numune Hastanesi'nde aile hekimliği ihtisasına başlamıştım. İdealisttim ve "Hocam" diyebileğim birilerini arıyordum. Yeterlilik sahibi eğiticilerimiz azdı. Ümidimi kestiğim anlardan birinde Ümit hoca imdadıma yetişti. Kendisinden hem ilim, hem de irfan aldım.

Ümit Hocayı çalışkan bir genel cerrah olarak tanıdım. Bir devlet hastanesinin eskimiş koridorlarında, yorulmuş ve bıkkın hekimlerin arasında akademik çalışmalar yapıyor, doçentlik için hazırlanıyordu. Engel tanımıyordu.

Önce İngilizce bildiğim için birkaç çalışmasına katkım oldu. Sonra da o bana kol kanat gerdi. Her şeyden önce yol gösterdi. Araştırma nasıl yapılır, akademisyenlik nedir, hep ondan öğrendim.

Sonraları ailecek de tanıştık ve samimi olduk. Her şeyden önce eşi Uzm. Dr. Nezihe Topaloğlu, çocukları Zeynep, Ömer ve Etka ile örnek bir aileydiler. Çocuklarına en iyi eğitim ortamlarını sağladılar ve onlar da bunun karşılığını fazlasıyla verdiler. Hepsi alanında uluslararası yetkinliklere sahip birer uzman oldu.

Ümit Hocam erken yaşta Alzheimer'a yakalandı. Ama sevimliliği hiç azalmadı. ABD'ye yerleşmişlerdi. Olup bitenden, Türkiye'de yaşanan zulümlerden habersiz bir şekilde hayata gülümsemeye devam ediyordu. Eminim esas sıkıntıyı onu o günlerinde yalnız bırakmayan yakın ailesi çekmiştir.

Bugün öğrendim ki, hayatın sıkıntılarına paydos demiş.

Biliyorum, o güzel bir yerdedir şimdi. Ben de onun gittiği yere gitmek istiyorum.
Hem onu özledim, hem de o iyi bir insandı, güzel yaşadı; ben şahidim. Öldükten sonra da güzel bir yerdedir kesin...

Çok hatıralarım var Ümit Hocamla.

Çalışkandı. "Aslanım" derdi sık sık. "Aslanım, daha çok çalışmalısın. Uluslararası yayın yap!"

Azimli ve kararlıydı. 1999 depremi sonrası bize moral vermek için Kocaeli'ne ziyarete gelmişti ailesiyle. Mangal dahil piknik için her şey hazırdı arabasında. Gel gör ki, piknik alanında dolu yağdı. Çocuklarla mangalın üstüne branda germiştik de Ümit Hocam bize mangalda köfte pişirmişti. Kendisi de sırılsıklam ıslanmıştı.

Cerrahtı: "Pansuman tedbirlerle olmaz. Radikal olmak lazım" derdi.

Başarı odaklıydı. "Çok çalışıyorum" demem ona yetmezdi. Kaç adet yayınım olduğunu sorardı.

Vefalıydı. "Zekeriya, sevdiklerinin doğum, düğün ve cenazelerine mutlaka gitmelisin." demişti. Ben şimdi onun cenazesine gidemiyorum...

Zerafet, ziyafet ve ziyareti ihmal etmezdi.

Hayatının büyük kısmında o da benim gibi kara koyun olmuştu. Hocasının, namaz kıldığını öğrenmesi üzerine kendisine desteği kestiğini anlatmıştı bir gün.
 
Şimdi elimde mendil ağlıyor olmalıyım ama acımı içime atıp bu yazıyı yazmayı tercih ettim. Çünkü Ümit Hoca, hakkında yazılmasını ve hayırla anılmasını hak eden nadide bir insandı.

Akademisyen olmamda en büyük katkılardan birisi Ümit Hocama aittir. Kendisini rahmetle anıyorum. Aklım oldukça da anmaya devam edeceğim. Allah rahmet etsin.

Senin o cesaret veren güzel gülüşünü hiç unutmayacağım "Aslanım" Ümit abim.

Şimdi biraz daha anlıyorum ileri yaşta neler hissedeceğimi, bütün yıldızlarım kaydığı zaman.

Bedemimde değil, ruhumda sızı...