21 Ocak 2024 Pazar

İnandığı Gibi Yaşayan Bir İnsan Portresi: Babam

 

Dünyanın yaşanabilir bir yer olması için neler gerekiyor? Uçan otomobiller mi? İnsanlara hizmet eden robotlar mı? Kansere çare bulunması mı? Bunlar elbette önemli, ancak ben size daha derin, daha etkili, daha ekonomik ve daha hızlı ulaşılabilir bir şey söyleyeyim: Evrensel insani değerlere sahip çıkmak. Hırsızlık yapmamak, yalan söylememek, başkasının malını gasp etmemek, zulmetmemek, yardımlaşmak, mala tamah etmemek, öldürmemek, çevreye saygılı olmak, haddini bilmek, rüşvet yememek... Benimle hemfikir olsanız bile bunun gerçekleşemeyeceğini de söyleyeceksiniz muhtemelen. Çünkü insanın içinde hem iyilik hem de kötülük var. İçinizdeki iyiliğin galip gelmesine çalışın. Bunu başarmış birisini merak ediyorsanız işte babam Salim Aktürk.

***

Babam 15 Ocak 2024 Pazartesi günü vefat etti. Kimliğine göre 96 yaşındaydı. Ama ne zaman yaşını sorsam “Yaş 99 oğlum” derdi. Onun zamanında çocukların doğduktan bir süre sonra nüfusa kaydedildikleri düşünülürse haklı çıkmış olabilir…

Çoğu kişi babasını sever. Ben de babama çok düşkündüm. Onun gidişi beni derinden sarstı. Babamla hatıralarımızı düşünmeye başladım. Sonra yazmaya karar verdim. Bunun hem bana iyi geleceğini hem de babamın hayatında herkes için ibret alınacak hususlar olduğunu düşünüyorum.

***

Babamın mesleki hayatı katırcılıkla başlamış. Köyümüzde esnaf olan dedemin katırlarıyla Yomra’ya yük çekermiş. 1961’de Almanya’ya işçi gönderilmesine dair protokol imzalanınca babam da ilk kafilelerden biriyle Almanya’ya gitmek istemiş. Dedem durumu öğrenince davetiyeyi yırtmış. Başlıkta dedim ya: O inandığını yaşayan bir adamdı. Yeniden başvurmuş. Dedem bu sefer davetiyeyi abime verip babama yollamış. “Bunu babana ver, mademki çok istiyor, gitsin bakalım” demiş. Pasaport çıkarıp sonraki kafilelerden biriyle 1962 yılında Beckum’a gelmiş. Burada bir marmelat tankı üretim firmasında çalışmış. Tankın iç kısmının cilasını ve kaynağını yaparmış. Abim diyor ki, “Yıllar sonra beni Almanya’ya davet ettiğinde o tankın içinde bir gün çalıştım. Akşam olduğunda ‘Sanırım ölmek böyle bir şey; galiba ölüyorum’ diye hissettim”.

1975 yılında Türkiye’ye kesin dönüş yapmış. Böylece 13 yıl Almanya’da işçi olarak çalışmış. İlk seçimlerde köyümüzün muhtarı olmuş. Köyümüzün mahalle yolları, bitişik köylerle olan yol bağlantıları, istinat duvarları, sağlık ocağı, okula lojman ve camiye minare gibi çok hizmetler yapmış. Bu hizmetleri vatandaşlardan topladığı paralarla yapıyordu ama kendi birikimleri de yavaş yavaş araya gidiyordu. Sonuçta kendisi ve ailesi için herhangi bir yatırım yapmadan bu dünyadan göçtü. Bütün varını halkı için harcadı. Bir gün bana mahcup bir edayla şöyle demişti: “Oğlum, ben senin için bir şey yapamadım”. Oysa daha ne yapacaktı; dağ gibi arkamda duran, gurur duyarak anacağım bir babaydı o!

Muhtarlık döneminin başında, Kaymakam Sami Seçkin Beyle Almanya’ya gitmiş. Almanya’daki köyümüzün vatandaşlarından topladığı paralarla yeni bir Caterpillar D7 dozer alarak köye dönmüş. Bu dozerle köyün bütün yollarını yaptıktan sonra komşu köylerin yolları da yapılmış. O zamanlar köylerimizde araba yolu yoktu. İnsanlar yüklerini sırtlarında taşıyor, hastaları olsa hastalarını araba yolu olan yere kadar icabında sal ile taşımak zorunda kalıyordu. Yaylaya göç edileceği zaman ineklerle bir güne yakın yol yürünürdü.

Caterpillar D7 Dozer

 

Kaymakam Sami Beyden sonra Yomra’ya Nihat Öner Bey kaymakam olarak geldi. Kendisi 12 Eylül mağdurlarındandı. Nihat Bey Yomra Tepeköy arasındaki yolu genişletme projesi yaptırdı. Bunun için de daha büyük bir dozer gerekiyordu; babama tekrar Almanya yolları gözüktü. Muhtarlığı döneminde Kaymakam Nihat Öner Beyle tekrar Almanya’ya gitti. Yine Almanya’da çalışan vatandaşlardan para topladı. Topladığı paralarla kullanılmış bir D8 dozer aldılar. İkinci seferde alınan D8 Caterpillar ile Yomra Oymalı arasında Grup yolu denilen yolu yaptılar. Vatandaşın babama çok büyük bir güveni vardı. Harama tenezzül etmezdi. Dürüst, çalışkan ve cömertti. Bu güven sayesinde ve kaymakam beylerin de teşvik, destek ve yönetmesiyle halk tarafından her türlü yardım yapılıyordu.

Caterpillar D8 Dozer

 

Muhtarlığının son dönemlerinde 1993 yılında, Tepeköy, Oymalı köyü ve Demirciler köyünün birleşerek Belediye olmaları için müracaatta bulundu. Yapılan referandumda Tepeköy ve Oymalı köyü birleşerek Oymalıtepe belediyesini oluşturdular. Genç arkadaşları belediye başkanlığı işinin ona göre olmadığını söyleyerek ikna ettiler. Böylece babam muhtarlığa son verdi. Bu onun hayatı için şaşılacak bir durum değildi. Ağaçları o dikmişti ama meyveleri başkaları yiyecekti. Arkadaş kalitesini de siz değerlendirin artık…

***

Babam ciddi bir adamdı. Onun şakası da ciddiydi. Sert mizaçlıydı. İnsanlar onun yanında yanlış yapmaktan çekinirdi. Gerektiğinde racon kesen kabadayı bir yanı vardı. Kısa ve öz konuşur, kendini dinletirdi.

Muhtarlık döneminde kendisini Muhtar Salim diye çağırıyorlardı. Hacca gittikten sonra Hacı Salim diyenler fazlalaşmıştı. Bazıları da Muhtar Hacı Salim derdi. Gençlik yıllarında fötr şapkası hep başındaydı. İhtiyarlığında fötr şapkanın yerini takke almıştı. İyice ihtiyarlayıp tıraş olamaz hale gelene kadar sakal bırakmadı. Birlikte yola çıkacak olsak ve tıraş olmamış olsam “Sakalını neden kesmemişsin?” derdi. Şimdinin din taciri yobazlarını görünce onlara benzememek için mi öyle yapıyordu diye soruyorum kendime…

Lider kişilikliydi. Cömertti. Bulunduğu mecliste bir harcama yapılacaksa o yapmalıydı. Düzenli ve tertipli olmamızı isterdi. Düzensizliğe tahammül edemezdi. Evde eşyalarının hepsinin yeri belliydi.

Çalışkandı. Sabah erken kahvaltısını yapar ve evden çıkar, akşama kadar köyün işlerini takip ederdi. Dışarıda pek yemek yemezdi. Fındık toplama mevsimi geldiğinde herkesten önce bahçeye iner, iş bitene kadar da herkesten fazla çalışırdı. Hiç boş durmazdı. Sağlığında evin önünde 5-6 kovan arısı vardı. Zaman buldukça onlarla ilgilenirdi. 

 

 
Babam arılarıyla ilgileniyor

***

Belli ki, Almanya’ya babasının tam rızasını almadan gittiği için mahcuptu. ilk iznine iki yıl üzerine gelmiş, o süre zarfında bütün kazançlarını biriktirip dedeme götürmüş. Parayı dedemin masasına bıraktığında dedem “Ben bu parayı ne yapacağım?” demiş. Ne yapacağını bilememiş. Oturduğu yerden kalkmış, oturmuş. Tekrar kalkmış, yeniden oturmuş... Babam, “Ne istersen onu yap, para senin”… Böylece babasının gönlünü ve duasını almış.

Babam Almanya’da arkadaşlarıyla kaldığı Heim’da

 

O hep başkaları için yaşadı. Bütün birikimini köyü için harcadı. Üç erkek kardeşinin işçi olarak Almanya’ya gelmesini sağladı. Daha sonra erkek kardeşlerinin dördü ve iki kız kardeşi Wuppertal’e yerleştiler. Yedi kardeşin ikincisiydi. Kardeşlerinin en küçüğü hariç hepsi babamdan önce vefat etti. Şimdi onların 3.-4. Kuşak torunları Almanya’da yerleşik olarak yaşıyorlar. Birlik ve beraberlikten çok hoşlanırdı. Kardeşleri ile beraber iş yapmak için çok çaba sarf etmiş fakat başarılı olamamıştı.

***

Almanya’da çalışırken 1965 yılında parmağını iş makinesine kaptırmış. Anneme sağlığının iyi olduğunu ifade etmek için bir fotoğraf yollamış. O zamanlar işçiler haklarından haberdar değillerdi. O kaza için bir tazminat almak aklına bile gelmemiş.

İş kazasından sonra çekilmiş bir fotoğrafı

 

İş kazasından sonra annemize gönderdiği fotoğraf

 

***

Babam askerliğini 36 ay, bahriyeli olarak yapmıştı. Askerlik döneminde gemi almak için Amerika Birleşik Devletleri’ne gitmiş, San Francisco'da 6 ay kalmıştı. Arkadaşıyla geminin güvertesinden denize nasıl atladıklarını keyifle anlatırdı. Orduyu Peygamber ocağı olarak görür ve saygı duyardı. Asteğmen kıyafetimle ziyaretine geldiğimde pek hoşuna gitmişti.

Asteğmen iken 1994’te babamı ziyarete gitmiştim

 

Emekliliğinden sonra köydeki mütevazı evinde yaşıyordu. Kahvehanelerde çay içip insanlarla konuşmayı, yaylalara gitmeyi severdi. Nasıl sevmesin ki, kendi dozeriyle yapılan yolları gördükçe mutlu oluyordu. “Bu dağlardaki yolların çoğunu benim dozerim yapmış oğlum.” derdi. Yaylaya giderken her kahvehaneye uğrar, mutlaka çay içerdik.

Kahvehanede

 Fırsat bulduğumda hep ziyaretine gider, olabildiğince uzun süre yanında kalmaya çalışırdım. Sanırım son zamanlardaki en uzun birlikteliğimiz Arabistan’daki görevimden istifa edip döndükten sonra işe başlayana kadar geçen birkaç aydan ibaretti. Erzurum’da çalışırken bir Ramazan her hafta sonu babamı ziyaret etmeyi düşündüm. Ama yol uzun. Tereddüdümü arkadaşım Doç. Dr. Memet Işık giderdi: “Zekeriya hocam, sen bilirsin ama benim babam yaşasaydı onu her sabah bir sepetle sırtıma alır, işe getirir, bütün gün yüzüne bakmak isterdim…” Şimdi daha iyi anlıyorum Memet hocamın neler hissettiğini…

Dinci ve milliyetçi zalimlerin işbirliğiyle hapse atılıp çıktıktan sonra bir akademik danışmanlık firması kurmuştum. Akademik tercüme ve makalelere istatistik analizler yapıyordum. Nasılsa bilgisayardan çalışıyorum diye köye gidip babamla biraz zaman geçirmeye karar verdim. Babam çalışmayanı sevmezdi. Benim bütün gün evde bilgisayar kucağımda oturmam zoruna gidiyordu ama bir şey demekte de zorlanıyordu. Ara ara “Ne yaparsın orada sen? İşin yok mu senin?” dediği oluyordu. Tatlı şakalaşmalarımızdan sonra cebimden para çıkarıp gösterince ikna olmuştu ama yine de anlayamamıştı. Doktor oğlu bütün gün bilgisayara bakıyor ve para kazanıyor; nasıl olabilirdi ki…

Değirmenci Mehmet abinin kahvehanesinde 

 Arkamızda sisli Karadeniz dağları 

***

Babam, Arkadaşları tarafından sevilen ve sayılan bir cemiyet insanıydı. Onun en büyük özelliği inandığı gibi yaşamasıydı. Okul okumamıştı ama bilgisiyle amel ediyordu. Doğru olanı yapar, yanlışlardan mutlak kaçınırdı. Harama yaklaşmaz, farzlara eksiksiz uyardı.

Eve hep gazete ile gelirdi; Milliyet gazetesi. Ecevit’i severdi. “O yakınlarını kollamıyor, kendi adamlarına yedirmiyor; dürüst bir insan” derdi. Bu anlamda solcu olarak bilinirdi. Hatta bana sorsanız sosyalistti derim. Peygamberimiz gibi, onu örnek alan bir sosyalist. Dini referans alarak konuşan politikacılara kızardı. “Sahte selametçilik yapmayın” derdi. Ona göre kendisi “Anadan doğma selametçi” idi. Selametçi ifadesi o zamanlar Erbakan’a atfedilen bir sözdü. Onların dinin emir ve yasaklarını anlattıklarını ama uygulamada sahtecilik yaptıklarını düşünürdü.

Asla dedikodu yapmazdı. Yapmazdı çünkü dedikodunun kötü olduğunu biliyordu ve bilgisiyle amel ediyordu. Benim yanımda kimsenin aleyhine konuştuğunu duymadım. “Hele bir anlatsana, falanca iş nasıl olmuştu?” desem, “Başka işin yok mu senin?” ya da “Unuttum ben o işleri.” diye cevap verirdi. Küfür ettiğini de duymadım. Kızdığında söylediği en ağır sözler “Eşoğlu eşek” olurdu.

“Haksız ben dahi olsam ‘Haksızsın baba!’ demelisiniz; haksızdan yana olunmaz” derdi. Eski zamanda dedemin amcaoğullarından birisi dedemi bir arazi meselesinden dolayı mahkemeye vermiş. Dedem çok kızmış ve tapusu kendi üzerinde olan bir arazi için karşı dava açmış. Hâkim yerin görülüp tespitin yapılmasına karar vermiş. Hâkim at üzerinde köye gelirken babam ona rehberlik ediyormuş. Yolda hâkime demiş ki, “Babamı kızdırdıkları için böyle bir dava açmış; dava konusu olan yerin tapusu babamın üzerinedir, fakat yer amcaoğlunundur. Bunu bil, kararını ona göre ver. Babamı da kızgınlığının sonucu yapacağı yanlışlıktan kurtar.” Hâkim, “Bu nasıl iş? Babasına karşı ifade verene de ilk defa rastlıyorum…” demiş.

Bir gün bana nasihat ederken şöyle dedi: “Oğlum, ben 13 sene gurbetçilik yaptım, kimsenin kadınına bakmadım. Alkolü de tatmadım. Anamdan doğduğum gibi temiz döndüm memleketime.” Gençlik ateşiyle serbest bir topluma gelen o dönemin gurbetçileri düşünüldüğünde kendilerine sunulan bohem hayatı birçoğunun tattığını tahmin edebilirsiniz. Babam bunlara tevessül etmemiş. Çünkü haram olduğunu biliyordu. Ve bilgisiyle amel etmişti. Bir baba hayatını bu şekilde yaşarsa işte o zaman oğluna nasihati de tesir eder…

Kendisine sormuşluğum yok ama babamın hayatı boyunca farz namaz veya orucunu terk ettiğini sanmıyorum. Kandil namazı, kandil orucu gibi uygulamaları görünce “Ne yapıyorsunuz?” derdi. “Cennete gideceğiz ya baba” dense, “Allah’ın emirlerini yapıp yasaklarından kaçmak cennete gitmek için yeterlidir. Tabii ki gideceğiz” derdi.

Babamın iftihar duyduğum bir yönü de AKP ve avanelerinin milyonlarca vatandaşımızı mağdur ettiği zulüm döneminde mazlumların aleyhine söz söylememesi, fitne ve iftira tufanına kapılmamasıydı. Hamdolsun zulme ortak olmadı. Son yıllarda zaten epey düşkündü. Kulakları ağır işitiyordu. Haberleri (o “acens” derdi) TRT kanallarından düzenli dinleme alışkanlığı da azalmıştı. Gerçi babam devleti kutsal bilen bir terbiye ile yetişmişti ama belki vicdanlı olması, belki başka faktörler nedeniyle zulme taraf olduğuna şahit olmadım.

Özet olarak, inandığı gibi yaşayan bir insandı benim babam. Onunla iftihar ediyorum. Allah rahmet etsin. Melekler yoldaşı olsun. İyi ki Muhtar Hacı Salim’in oğluyum.

***

 

 

 

*Yahya abime, Ayşe ablama, Emine bacıma ve Yunus kardeşime bu yazıya yaptıkları katkılar için teşekkür ederim. Bu yazı için abimin “Gurbetten Sılaya – Sıladan Gurbete Balını da Tattım Zehrini de Dünyanın” adlı hatırat kitabından alıntılar yaptım.