8 Mart 2024 Cuma

“Orient”e Oryente Olmak


 “Orient”e Oryente Olmak*:

Hekimler normal nörolojik durumu “şuur açık, oryente” diye tanımlar. Fakat, çevrenin, olan bitenin, hakikatin, gerçeğin farkında olmak anlamındaki “oryantasyon” kelimesinin Orient'ten (Doğu) geldiğini atlarız sıklıkla. Bir zamanlar “farkındalık” ve “hakikat bilgisi”, “Doğu’yu bilmek”ten geçermiş ve böyle anlatılırmış Batı’da.

Loreena McKennitt’in “Marco Polo” adlı müziğini dinlerken Batı’dan, Doğu’nun şimdilerde nasıl göründüğünü düşündüm: Biraz mistik, biraz gizemli, biraz oynak ve kıvrak, biraz vahşi ve bedevi, biraz iptidai ve fakir vs... 19. yy’ın oryantalizm perspektifi bu; halen de hakim bakış açısı bu maalesef. Doğu’nun da böyle olmadığını söyleyememek ise daha bir acı. Bunların üzerine, bir de “potansiyel terörist” olarak da tanımlanmak ise çok daha büyük bir acı.

Peki, Marco Polo’nun “Orient”i öyle mi idi acaba? Yoksa ışığın doğduğu yer mi idi? Ya da dünyanın ve eşyanın künhüne vakıf (oryente) olmak için bilinmesi, görülmesi gereken bir referans nokta mı idi Doğu? Evet, öyle idi. Doğuyu bilmek, “oryente” olmak ile eş anlamlı idi, o zamanlar.

Taa ötelerde bir yerde, zengin ve uygar bir dünya idi Doğu. Masalımsı, keşfedilesi ve mutlaka elde edilesi bir dünya! Bu nedenle 11.-12.yy’da Haçlı Seferleri düzenlenmişti Doğu’yu ele geçirmek üzere; “din” bahanesi ile... Marco Polo da 13. yy'da ticaret için keşfe çıkmıştı bu zengin ve masalımsı ma'mur dünyayı. Neler anlatmaz ki: altın, gümüş ve her türlü değerli taşlar ile süslü devasa saraylar, 6.000 kişilik yemek salonları, dünyanın her tarafından her türlü ağaç, süs ve meyve bitkisinin olduğu bahçeler, geyik, ceylan, sincap vs. çeşit çeşit hayvanların bulunduğu saray bahçeleri, dilenci, haydut, hırsız olmaması, fakir çocuklara bakılması, işsizlere iş bulunması, her yerde zengin bir ticaret hayatının varlığı, en az 200 bin at ve en az 10 bin postacının hizmet verdiği devasa bir posta sistemi, her yerde mükemmel bir yönetim-organizasyon kurgusu, yabancılara dost canlısı olunması vs., vs...

Efsanevi zenginliğin ve güzelliklerin olduğu, bilinmez diyarlardan oluşan bu Doğu, dünyayı bilen (oryente) olmanın yolunun onu bilmekten geçtiği bir yerdi batılılarca. Böyle idi yüzyıllarca...

Şimdiki halimize bakıp, M. Akif Ersoy gibi derim ben de; güzel bir müziğin vermesi gereken keyif yerine, içimdeki tarifsiz acılar ile... “Bir, neyiz? Seyreyle artık; bir de fikr et, neymişiz?”

(*)
Orient: Doğu
Oryente olmak: Bilincin açık, kişi, yer, zaman ve duruma yönelik farkındalık olması.

Not: “Işık Doğudan Gelir” diyen C. Meriç’i de hayırla yad edelim bu vesile ile!

(K. Beşirli'den alındıdır)

21 Ocak 2024 Pazar

İnandığı Gibi Yaşayan Bir İnsan Portresi: Babam

 

Dünyanın yaşanabilir bir yer olması için neler gerekiyor? Uçan otomobiller mi? İnsanlara hizmet eden robotlar mı? Kansere çare bulunması mı? Bunlar elbette önemli, ancak ben size daha derin, daha etkili, daha ekonomik ve daha hızlı ulaşılabilir bir şey söyleyeyim: Evrensel insani değerlere sahip çıkmak. Hırsızlık yapmamak, yalan söylememek, başkasının malını gasp etmemek, zulmetmemek, yardımlaşmak, mala tamah etmemek, öldürmemek, çevreye saygılı olmak, haddini bilmek, rüşvet yememek... Benimle hemfikir olsanız bile bunun gerçekleşemeyeceğini de söyleyeceksiniz muhtemelen. Çünkü insanın içinde hem iyilik hem de kötülük var. İçinizdeki iyiliğin galip gelmesine çalışın. Bunu başarmış birisini merak ediyorsanız işte babam Salim Aktürk.

***

Babam 15 Ocak 2024 Pazartesi günü vefat etti. Kimliğine göre 96 yaşındaydı. Ama ne zaman yaşını sorsam “Yaş 99 oğlum” derdi. Onun zamanında çocukların doğduktan bir süre sonra nüfusa kaydedildikleri düşünülürse haklı çıkmış olabilir…

Çoğu kişi babasını sever. Ben de babama çok düşkündüm. Onun gidişi beni derinden sarstı. Babamla hatıralarımızı düşünmeye başladım. Sonra yazmaya karar verdim. Bunun hem bana iyi geleceğini hem de babamın hayatında herkes için ibret alınacak hususlar olduğunu düşünüyorum.

***

Babamın mesleki hayatı katırcılıkla başlamış. Köyümüzde esnaf olan dedemin katırlarıyla Yomra’ya yük çekermiş. 1961’de Almanya’ya işçi gönderilmesine dair protokol imzalanınca babam da ilk kafilelerden biriyle Almanya’ya gitmek istemiş. Dedem durumu öğrenince davetiyeyi yırtmış. Başlıkta dedim ya: O inandığını yaşayan bir adamdı. Yeniden başvurmuş. Dedem bu sefer davetiyeyi abime verip babama yollamış. “Bunu babana ver, mademki çok istiyor, gitsin bakalım” demiş. Pasaport çıkarıp sonraki kafilelerden biriyle 1962 yılında Beckum’a gelmiş. Burada bir marmelat tankı üretim firmasında çalışmış. Tankın iç kısmının cilasını ve kaynağını yaparmış. Abim diyor ki, “Yıllar sonra beni Almanya’ya davet ettiğinde o tankın içinde bir gün çalıştım. Akşam olduğunda ‘Sanırım ölmek böyle bir şey; galiba ölüyorum’ diye hissettim”.

1975 yılında Türkiye’ye kesin dönüş yapmış. Böylece 13 yıl Almanya’da işçi olarak çalışmış. İlk seçimlerde köyümüzün muhtarı olmuş. Köyümüzün mahalle yolları, bitişik köylerle olan yol bağlantıları, istinat duvarları, sağlık ocağı, okula lojman ve camiye minare gibi çok hizmetler yapmış. Bu hizmetleri vatandaşlardan topladığı paralarla yapıyordu ama kendi birikimleri de yavaş yavaş araya gidiyordu. Sonuçta kendisi ve ailesi için herhangi bir yatırım yapmadan bu dünyadan göçtü. Bütün varını halkı için harcadı. Bir gün bana mahcup bir edayla şöyle demişti: “Oğlum, ben senin için bir şey yapamadım”. Oysa daha ne yapacaktı; dağ gibi arkamda duran, gurur duyarak anacağım bir babaydı o!

Muhtarlık döneminin başında, Kaymakam Sami Seçkin Beyle Almanya’ya gitmiş. Almanya’daki köyümüzün vatandaşlarından topladığı paralarla yeni bir Caterpillar D7 dozer alarak köye dönmüş. Bu dozerle köyün bütün yollarını yaptıktan sonra komşu köylerin yolları da yapılmış. O zamanlar köylerimizde araba yolu yoktu. İnsanlar yüklerini sırtlarında taşıyor, hastaları olsa hastalarını araba yolu olan yere kadar icabında sal ile taşımak zorunda kalıyordu. Yaylaya göç edileceği zaman ineklerle bir güne yakın yol yürünürdü.

Caterpillar D7 Dozer

 

Kaymakam Sami Beyden sonra Yomra’ya Nihat Öner Bey kaymakam olarak geldi. Kendisi 12 Eylül mağdurlarındandı. Nihat Bey Yomra Tepeköy arasındaki yolu genişletme projesi yaptırdı. Bunun için de daha büyük bir dozer gerekiyordu; babama tekrar Almanya yolları gözüktü. Muhtarlığı döneminde Kaymakam Nihat Öner Beyle tekrar Almanya’ya gitti. Yine Almanya’da çalışan vatandaşlardan para topladı. Topladığı paralarla kullanılmış bir D8 dozer aldılar. İkinci seferde alınan D8 Caterpillar ile Yomra Oymalı arasında Grup yolu denilen yolu yaptılar. Vatandaşın babama çok büyük bir güveni vardı. Harama tenezzül etmezdi. Dürüst, çalışkan ve cömertti. Bu güven sayesinde ve kaymakam beylerin de teşvik, destek ve yönetmesiyle halk tarafından her türlü yardım yapılıyordu.

Caterpillar D8 Dozer

 

Muhtarlığının son dönemlerinde 1993 yılında, Tepeköy, Oymalı köyü ve Demirciler köyünün birleşerek Belediye olmaları için müracaatta bulundu. Yapılan referandumda Tepeköy ve Oymalı köyü birleşerek Oymalıtepe belediyesini oluşturdular. Genç arkadaşları belediye başkanlığı işinin ona göre olmadığını söyleyerek ikna ettiler. Böylece babam muhtarlığa son verdi. Bu onun hayatı için şaşılacak bir durum değildi. Ağaçları o dikmişti ama meyveleri başkaları yiyecekti. Arkadaş kalitesini de siz değerlendirin artık…

***

Babam ciddi bir adamdı. Onun şakası da ciddiydi. Sert mizaçlıydı. İnsanlar onun yanında yanlış yapmaktan çekinirdi. Gerektiğinde racon kesen kabadayı bir yanı vardı. Kısa ve öz konuşur, kendini dinletirdi.

Muhtarlık döneminde kendisini Muhtar Salim diye çağırıyorlardı. Hacca gittikten sonra Hacı Salim diyenler fazlalaşmıştı. Bazıları da Muhtar Hacı Salim derdi. Gençlik yıllarında fötr şapkası hep başındaydı. İhtiyarlığında fötr şapkanın yerini takke almıştı. İyice ihtiyarlayıp tıraş olamaz hale gelene kadar sakal bırakmadı. Birlikte yola çıkacak olsak ve tıraş olmamış olsam “Sakalını neden kesmemişsin?” derdi. Şimdinin din taciri yobazlarını görünce onlara benzememek için mi öyle yapıyordu diye soruyorum kendime…

Lider kişilikliydi. Cömertti. Bulunduğu mecliste bir harcama yapılacaksa o yapmalıydı. Düzenli ve tertipli olmamızı isterdi. Düzensizliğe tahammül edemezdi. Evde eşyalarının hepsinin yeri belliydi.

Çalışkandı. Sabah erken kahvaltısını yapar ve evden çıkar, akşama kadar köyün işlerini takip ederdi. Dışarıda pek yemek yemezdi. Fındık toplama mevsimi geldiğinde herkesten önce bahçeye iner, iş bitene kadar da herkesten fazla çalışırdı. Hiç boş durmazdı. Sağlığında evin önünde 5-6 kovan arısı vardı. Zaman buldukça onlarla ilgilenirdi. 

 

 
Babam arılarıyla ilgileniyor

***

Belli ki, Almanya’ya babasının tam rızasını almadan gittiği için mahcuptu. ilk iznine iki yıl üzerine gelmiş, o süre zarfında bütün kazançlarını biriktirip dedeme götürmüş. Parayı dedemin masasına bıraktığında dedem “Ben bu parayı ne yapacağım?” demiş. Ne yapacağını bilememiş. Oturduğu yerden kalkmış, oturmuş. Tekrar kalkmış, yeniden oturmuş... Babam, “Ne istersen onu yap, para senin”… Böylece babasının gönlünü ve duasını almış.

Babam Almanya’da arkadaşlarıyla kaldığı Heim’da

 

O hep başkaları için yaşadı. Bütün birikimini köyü için harcadı. Üç erkek kardeşinin işçi olarak Almanya’ya gelmesini sağladı. Daha sonra erkek kardeşlerinin dördü ve iki kız kardeşi Wuppertal’e yerleştiler. Yedi kardeşin ikincisiydi. Kardeşlerinin en küçüğü hariç hepsi babamdan önce vefat etti. Şimdi onların 3.-4. Kuşak torunları Almanya’da yerleşik olarak yaşıyorlar. Birlik ve beraberlikten çok hoşlanırdı. Kardeşleri ile beraber iş yapmak için çok çaba sarf etmiş fakat başarılı olamamıştı.

***

Almanya’da çalışırken 1965 yılında parmağını iş makinesine kaptırmış. Anneme sağlığının iyi olduğunu ifade etmek için bir fotoğraf yollamış. O zamanlar işçiler haklarından haberdar değillerdi. O kaza için bir tazminat almak aklına bile gelmemiş.

İş kazasından sonra çekilmiş bir fotoğrafı

 

İş kazasından sonra annemize gönderdiği fotoğraf

 

***

Babam askerliğini 36 ay, bahriyeli olarak yapmıştı. Askerlik döneminde gemi almak için Amerika Birleşik Devletleri’ne gitmiş, San Francisco'da 6 ay kalmıştı. Arkadaşıyla geminin güvertesinden denize nasıl atladıklarını keyifle anlatırdı. Orduyu Peygamber ocağı olarak görür ve saygı duyardı. Asteğmen kıyafetimle ziyaretine geldiğimde pek hoşuna gitmişti.

Asteğmen iken 1994’te babamı ziyarete gitmiştim

 

Emekliliğinden sonra köydeki mütevazı evinde yaşıyordu. Kahvehanelerde çay içip insanlarla konuşmayı, yaylalara gitmeyi severdi. Nasıl sevmesin ki, kendi dozeriyle yapılan yolları gördükçe mutlu oluyordu. “Bu dağlardaki yolların çoğunu benim dozerim yapmış oğlum.” derdi. Yaylaya giderken her kahvehaneye uğrar, mutlaka çay içerdik.

Kahvehanede

 Fırsat bulduğumda hep ziyaretine gider, olabildiğince uzun süre yanında kalmaya çalışırdım. Sanırım son zamanlardaki en uzun birlikteliğimiz Arabistan’daki görevimden istifa edip döndükten sonra işe başlayana kadar geçen birkaç aydan ibaretti. Erzurum’da çalışırken bir Ramazan her hafta sonu babamı ziyaret etmeyi düşündüm. Ama yol uzun. Tereddüdümü arkadaşım Doç. Dr. Memet Işık giderdi: “Zekeriya hocam, sen bilirsin ama benim babam yaşasaydı onu her sabah bir sepetle sırtıma alır, işe getirir, bütün gün yüzüne bakmak isterdim…” Şimdi daha iyi anlıyorum Memet hocamın neler hissettiğini…

Dinci ve milliyetçi zalimlerin işbirliğiyle hapse atılıp çıktıktan sonra bir akademik danışmanlık firması kurmuştum. Akademik tercüme ve makalelere istatistik analizler yapıyordum. Nasılsa bilgisayardan çalışıyorum diye köye gidip babamla biraz zaman geçirmeye karar verdim. Babam çalışmayanı sevmezdi. Benim bütün gün evde bilgisayar kucağımda oturmam zoruna gidiyordu ama bir şey demekte de zorlanıyordu. Ara ara “Ne yaparsın orada sen? İşin yok mu senin?” dediği oluyordu. Tatlı şakalaşmalarımızdan sonra cebimden para çıkarıp gösterince ikna olmuştu ama yine de anlayamamıştı. Doktor oğlu bütün gün bilgisayara bakıyor ve para kazanıyor; nasıl olabilirdi ki…

Değirmenci Mehmet abinin kahvehanesinde 

 Arkamızda sisli Karadeniz dağları 

***

Babam, Arkadaşları tarafından sevilen ve sayılan bir cemiyet insanıydı. Onun en büyük özelliği inandığı gibi yaşamasıydı. Okul okumamıştı ama bilgisiyle amel ediyordu. Doğru olanı yapar, yanlışlardan mutlak kaçınırdı. Harama yaklaşmaz, farzlara eksiksiz uyardı.

Eve hep gazete ile gelirdi; Milliyet gazetesi. Ecevit’i severdi. “O yakınlarını kollamıyor, kendi adamlarına yedirmiyor; dürüst bir insan” derdi. Bu anlamda solcu olarak bilinirdi. Hatta bana sorsanız sosyalistti derim. Peygamberimiz gibi, onu örnek alan bir sosyalist. Dini referans alarak konuşan politikacılara kızardı. “Sahte selametçilik yapmayın” derdi. Ona göre kendisi “Anadan doğma selametçi” idi. Selametçi ifadesi o zamanlar Erbakan’a atfedilen bir sözdü. Onların dinin emir ve yasaklarını anlattıklarını ama uygulamada sahtecilik yaptıklarını düşünürdü.

Asla dedikodu yapmazdı. Yapmazdı çünkü dedikodunun kötü olduğunu biliyordu ve bilgisiyle amel ediyordu. Benim yanımda kimsenin aleyhine konuştuğunu duymadım. “Hele bir anlatsana, falanca iş nasıl olmuştu?” desem, “Başka işin yok mu senin?” ya da “Unuttum ben o işleri.” diye cevap verirdi. Küfür ettiğini de duymadım. Kızdığında söylediği en ağır sözler “Eşoğlu eşek” olurdu.

“Haksız ben dahi olsam ‘Haksızsın baba!’ demelisiniz; haksızdan yana olunmaz” derdi. Eski zamanda dedemin amcaoğullarından birisi dedemi bir arazi meselesinden dolayı mahkemeye vermiş. Dedem çok kızmış ve tapusu kendi üzerinde olan bir arazi için karşı dava açmış. Hâkim yerin görülüp tespitin yapılmasına karar vermiş. Hâkim at üzerinde köye gelirken babam ona rehberlik ediyormuş. Yolda hâkime demiş ki, “Babamı kızdırdıkları için böyle bir dava açmış; dava konusu olan yerin tapusu babamın üzerinedir, fakat yer amcaoğlunundur. Bunu bil, kararını ona göre ver. Babamı da kızgınlığının sonucu yapacağı yanlışlıktan kurtar.” Hâkim, “Bu nasıl iş? Babasına karşı ifade verene de ilk defa rastlıyorum…” demiş.

Bir gün bana nasihat ederken şöyle dedi: “Oğlum, ben 13 sene gurbetçilik yaptım, kimsenin kadınına bakmadım. Alkolü de tatmadım. Anamdan doğduğum gibi temiz döndüm memleketime.” Gençlik ateşiyle serbest bir topluma gelen o dönemin gurbetçileri düşünüldüğünde kendilerine sunulan bohem hayatı birçoğunun tattığını tahmin edebilirsiniz. Babam bunlara tevessül etmemiş. Çünkü haram olduğunu biliyordu. Ve bilgisiyle amel etmişti. Bir baba hayatını bu şekilde yaşarsa işte o zaman oğluna nasihati de tesir eder…

Kendisine sormuşluğum yok ama babamın hayatı boyunca farz namaz veya orucunu terk ettiğini sanmıyorum. Kandil namazı, kandil orucu gibi uygulamaları görünce “Ne yapıyorsunuz?” derdi. “Cennete gideceğiz ya baba” dense, “Allah’ın emirlerini yapıp yasaklarından kaçmak cennete gitmek için yeterlidir. Tabii ki gideceğiz” derdi.

Babamın iftihar duyduğum bir yönü de AKP ve avanelerinin milyonlarca vatandaşımızı mağdur ettiği zulüm döneminde mazlumların aleyhine söz söylememesi, fitne ve iftira tufanına kapılmamasıydı. Hamdolsun zulme ortak olmadı. Son yıllarda zaten epey düşkündü. Kulakları ağır işitiyordu. Haberleri (o “acens” derdi) TRT kanallarından düzenli dinleme alışkanlığı da azalmıştı. Gerçi babam devleti kutsal bilen bir terbiye ile yetişmişti ama belki vicdanlı olması, belki başka faktörler nedeniyle zulme taraf olduğuna şahit olmadım.

Özet olarak, inandığı gibi yaşayan bir insandı benim babam. Onunla iftihar ediyorum. Allah rahmet etsin. Melekler yoldaşı olsun. İyi ki Muhtar Hacı Salim’in oğluyum.

***

 

 

 

*Yahya abime, Ayşe ablama, Emine bacıma ve Yunus kardeşime bu yazıya yaptıkları katkılar için teşekkür ederim. Bu yazı için abimin “Gurbetten Sılaya – Sıladan Gurbete Balını da Tattım Zehrini de Dünyanın” adlı hatırat kitabından alıntılar yaptım.

23 Temmuz 2023 Pazar

Kaç aradaşın var?

 https://www.instagram.com/p/ChkQjJ3qtUK/?utm_source=ig_web_button_share_sheet&igshid=MzRlODBiNWFlZA==

Canımın içi, seninle kısa bir sohbet etmek istiyorum. Daha doğrusu ben söyleyeceğim, sen dinle. İlk fırsatta ben de seni dinlemek isterim.  

Kaç arkadaşın var?

Yok, sosyal medya arkadaşlarını kastetmiyorum; gerçekten kaç arkadaşın var?

 

Gece saat üçte arayabileceğin kaç arkadaşın var? 

Borç isteyebileceğin kaç kişi var? 

Seni kötü(lük)lerden saklayacak kaç dostun var?

Senin için risk alacak kaç ahbabın var?

Yolda kalsan arayabileceğin kaç sevdiğin var?

Yatağa düşsen bakacak kaç habibin var?

Evsiz kalsan sahip çıkacak kaç yarenin var? 

Sana dua eden kaç yarin var? 

Sözüne inanan ve güvenen kaç insan var?


İnsanın arkadaşı bazen ailesinden de önemli olabilmektedir. Çünkü arkadaşımızı seçebiliyoruz ama akrabamızı biz belirlemedik. Çünkü ailemiz ‘bize rağmen bizledir’ çoğunlukla; arkadaşımız ise ‘biz olduğumuz kadar bizledir’. Biz ne kadar arkadaş isek o kadardır onlar: bizi bize yansıtırlar yani... Ailemizle paylaşmadığımız dertlerimizi ve sırlarımızı arkadaşımızla paylaştığımız olur. Onun için bu arkadaşlık meselesi üzerinde derince düşünmeye değer. Bu konuşmayı çocuğuma yapıyorum. Onun için "sen" olarak hitap edeceğim.

Kendi listeni oluştur ve bir yere yaz. Belki sen bu dünyadan gittikten sonra bakılmasını isteyebilirsin. En iyisi sevdiklerine onları sevdiğini söylemektir. Ama bazen bunu yapamazsın. Fitne durumunda bu zordur mesela... Zamanla listende değişiklikler de olacaktır. Kişilerin dereceleri değişecek, bazıları  çıkacak, bazı yeni arkadaşlar eklenecek. Esnek ol.

Hattı zatında sonsuz sayıda arkadaşın da olamaz. Sosyal medya arkadaşlarını yine hariç tutuyorum. Onlara "İrtibatta olunan kişiler" demek daha uygun zaten... Yukarıdaki sorularıma cevap verip bir liste yaptıysan listendeki kişilerin en çok iki elin parmakları kadar olmasını bekliyorum. Eğer daha fazlaysa seni tebrik ederim! Yine de erken sevinme; sınamadan bilemezsin. Dinci münafıklar ve faşist Ergenokoncuların millete yaptıkları kumpasla hapse girdiğimde en sevdiğim iş arkadaşım ve dostum irtibatını kesmişti benimle mesela. Bir dostum ise bazen gece yarısı arayıp konuşmak istediğini söylerdi. Dostluklar olaylarla test edilir. İnsan çaya  benzer; sıcak suyun içinde demlenene kadar gerçek rengini bilemezsin.

Diğer taraftan, bir kişinin stabil ilişki sürdürebileceği azami insan sayısının 150 olduğu belirtilmektedir (1). Dolayısıyla irtibatta olduğun kişi sayısı arttıkça ister istemez tercihler yapmak zorunda kalacaksın. Arkadaş sayın 300 olmuşsa hepsiyle sürekli ilişki içinde olman mümkün olmayacaktır. Hepsini araman, hatırlarını sorman, doğum günlerini, bayramlarını tebrik etmene imkan yoktur. Bunun farkında olarak yaşarsan daha az ızdırap çekersin.

Kaldı ki, arkadaş listeni bilinçli olarak da güncellemende fayda var. Tıpkı beğenmediğin bir yemeği yememek veya hoşlanmadığın bir kitabı okumamak gibi... İhtiyacın olduğunda sana faydası olmayan, hatta zararı olan arkadaşlarını sırtında taşımayı bırak. Yükünden kurtulman gereken sahte arkadaşların da olabilir. Onların enerjini tüketmelerine izin verme. Zamanını, değecek insanlara harca. Ispanaktan yağ çıkmaz. Arkadaşlık zaman ve emek ister. Öylelerinin gerçek arkadaşlarına harcaman gereken zaman ve emeği çalmalarına izin verme!

Yirmi yıl kadar önceydi. Cep telefonları yeni yaygınlaşıyordu. Kişinin acil durumlarda aranmasını istediği bir numarayı telefon rehberinde "Acil" (Emergency) olarak kaydetmesi kampanyası başlatılmıştı (2). O günlerde ben de bir dostumu rehberime bu şekilde kaydettim. O gün bu gündür o numarayı değiştirme ihtiyacı hissetmedim. "En sevdiğin arkadaşın kim?" sorusuna cevap vermek zorunda değilsin (😇) ama yine de kendine acil durum dostunun kim olduğunu sor.

Arkadaşlık konusunda belirtilmesi gereken başka bir husus da arkadaşlığın iki yönlü oluşudur. Hani anlatılır ya: Adamın birisi bir beldeye gitmiş. Meclistekilere sormuş 

- "Buranın insanları nasıldır?" Bir ihtiyar cevap vermiş;

+ "Geldiğin yerdekiler nasıldı?"

- "Çok kötüydü."

+ "Buradakiler daha da kötüdür".

Adam gitmiş, yeni taşınan başka birisi gelmiş. O da aynı soruyu sormuş. Yine ihtiyar demiş;

+ "Geldiğin yerdekiler nasıldı?"

- "Çok iyiydi."

+ "Buradakiler daha da iyidir".

Kıssanın özü, sana yönelik davranışlar büyük oranda senin aynandır. Sen iyiysen dostların da iyidir. 

Dostluk teklifinin karşıdan gelmesini bekleme. Karşılaştığın insanlara gülümse. Hediyeleş. İnsanların özel günlerini kutla. Selamı yay. Böylece dost çevreni geliştirmek için aktif bir çaba içerisinde ol. Göreceksin, arkadaş listen baş edemeyeceğin kadar büyüyecektir.

Almanya'dan bir örnek vermek istiyorum. Malum, Almanlar disiplinli ve soğuk olarak bilinirler. Hatta bir atasözü "Kızmamak övgü olarak yeterlidir" der (Nicht geschimpft ist gelobt genug). Oysa Almanlarla çok candan dostluklar kurmak mümkün. Ben üç yıllık Almanya geçmişimde bu tür dostluklar kurabildiğimi mutlulukla söyleyebilirim. Ancak, yeni geldiğim günlerden bir gün Alman arkadaşımla aramda şöyle bir konuşma geçti:

- "Apartmana taşındım, kimse kapımı çalmadı. Ne kadar soğuk insanlarınız var!"

Bana şu cevabı verdi:

+ "Bizde bireysel haklara çok önem verilir. Yeni taşınan kişi rahatsız edilmek istemeyebilir. Ayrıca yabancı uyruklu birisinin kapısını çalıp kim olduğunu, nereden geldiğini sormak ırkçı ve ayrımcı olarak algılanabilir..."

Sonradan öğrendim ki, burada şöyle de bir adet varmış: Bir mahalleye yeni taşınan kişi taşındığını duyurur ve komşularını davet ederse (Einweihung) herkesin gelmesi ve tuz ve ekmek getirmesi adettenmiş (3).  Diğer bir deyişle, komşuların yeni taşınana hoş geldine gelmeleri için önce kişinin komşularını davet etmesi icap ediyormuş.

Arkadaşlarını hangi kategorilere ayıracağın ve nasıl etiketleyeceğin sana kalmış. Ben Twitter takipçilerime sorduğumda çoğunluğun dost ve yoldaş kelimelerini tercih ettiklerini gördüm (4). 


Senin de dost ve yoldaşlarının çok olmasını diliyorum. Sınanmış ve iki taraflı onaylanmış gerçek dostlukların olsun. 

Unutmadan önemli bir hususu daha vurgulamak istiyorum: Baştaki soruların hepsinin tersi de söz konusu. Seni kaç kişi arkadaşı olarak tanımlar? Senin için dua eden kaç kişi var? Sen arkadaş olmaya layık mısın? Unutma ki, sen azami 150 kişi ile aktif ilişki sürdürme kapasitesinde olsan da seninle dost olmak isteyenlerin sayısı daha fazla olabilir ve iyi bir insansan öyle de olmalıdır.

Bu konuda son söz Aşık Veysel'den gelsin: Benim sadık yarim kara topraktır.



İyi düşünmeler...

 

1: Wikipedi. Dunbar's number. https://en.wikipedia.org/wiki/Dunbar%27s_number [Erişim: 22.07.2023]

2: Cambridge News 23.12.2005. Bob's idea has global impact. https://web.archive.org/web/20090203024121/http://www.cambridge-news.co.uk/cn_news_newmarket/displayarticle.asp?id=198611  via WebArchive [Erişim: 22.07.2023]

3: Gofeminin. https://www.gofeminin.de/wohnen/geschenke-zum-einzug-s2328959.html [Erişim: 22.07.2023]

4: Twitter. Zekeriya Aktürk. https://twitter.com/zekeriyaakturk  [Erişim: 22.07.2023]

 

9 Nisan 2023 Pazar

Güle güle!

Çav Bella/Hoşçakal Güzelim:

Çok güzel bir müzik ile sosyal ve ideolojik arkaplanının kısa ve net bir özeti.

Enfes militer bir melodi eşliğinde, elinde silah olan güzel kızlar, yakışıklı delikanlılar ve tatlı çocuklar... Bir kutsal (faşizme direniş) için ölümü kutsayan romantik bir bakış açısı var videoda.

Ancak gördük ki, faşizme karşı romantik bir idealizmi (sosyalizmi) yüceltenler, modern yönetim bilimin verilerini (kuvvetler ayrılığı ilkesi, hukukun üstünlüğü, yönetimde demokratik ilkeler, katılımcı yönetim/yönetişim, şeffaflık, insani değerler, etik-estetik, devletin halkın zabıtası/çobanı değil hizmetçisi olduğu kabülü, insanın sosyalpsikolojisi vs.) kullanmayınca, ideoloji fetişisti olunca, günün sonunda onlar da faşizmden geri kalmayan ceberrut, otoriter diktatörlükler oldular. Yetmiş yıl ömürlü ideolojilerini dünyaya yaymak için 20 milyondan fazla insan öldürdüler “rejim düşmanı” diyerek.

Aynı şeyi bazen ırk-milliyetçilik adına yaptı insanoğlu; bazen de din ve dincilik adına. En çok da “uygarlaştırma misyonu” için yaptı sömürgecilik çağında.

Keşke insan dışı kutsallar yerine, insan yüceltilse de, ölüm yerine “yaşatmak” kutsansa...

Keşke bu videodaki melodi ve romantizm kadar güzel olsa gerçek hayat.

Halbuki, “İnsan; karnında b.k taşıyan, faunanın en vahşi hayvanı!”

(KB)

Ufuk çizgisi

 


Gençliğimde uçuş eğitimi almıştım. Cessna T-41 model tek pervaneli eğitim uçağı ile. Teknolojisi sınırlı idi o zamanlar; beş duyunuzu kullanarak uçuruyordunuz onları. Yeryüzüne paralel kalmam için, çizilen rotadan sapmamam ve istikamette kalmam için, yandan esen rüzgarın saptırmalarını düzeltmem için, hocam hep bana “ufuk çizgisine bak” derdi. Ne zaman yönümde, uçuş seyrimde değişiklik olsa, ya da istikamette istikrarım kaybolsa “ufuk!... ufuk çizgisi!?..” diye tatlı sert bir ikaz yapardı. Ufuk çizgisi ve gideceğimiz yön arasındaki ilişki ile ilgili husus aklıma gelince, bu hatıram tedai etti hafızamda. 

Ufuk çizgisinin kaybolması, insanın yönünü, rotasını, yolunu kaybetmesine neden olur. Çünkü gözünüz ufukta bir noktada iken, o noktaya doğru gidiyor iken, istikametiniz ona doğru iken, ancak yolunuzu şaşırmadan devam edebilirsiniz. Aksi halde, anlık, günlük hadiselere bağlı olarak değişen her şeyde, siz de yönünüzü istikametinizi değiştirirsiniz; Yanlış yöne gider ya da aynı yerde dolanıp durursunuz.

İşte bunun gibi insanın bir gaye-i hayali, bir uzak hedefi olmadığında yolunu şaşırması, istikametini kaybetmesi kaçınılmazdır. 

Yaşadığınız zamanlarda, coğrafyanızda/ülkenizde mesleğiniz, kariyeriniz, sosyal hayat ve çevre kurgunuz ile ilgili hayal ve hedefleriniz yoksa veya olamıyorsa, orada ne işiniz var? Bunların olduğu yere gitmeniz lazım; ya da olacağına inandığınız bir yere...

Zaten çok zordur bu coğrafyada bir ufuk çizgisi üzerinden bir gaye-i hayal sahibi olmak… maalesef!

(KB)

5 Mart 2023 Pazar

Korku üzerine

 

Bektaşi babası etrafını çevreleyen bir grup insanla sohbet etmektedir. Sohbetin bir yerinde dünyada olan her şeyin Allah'ın takdiri olduğunu, onun izni olmadan hiçbir şeyin olmayacağını söyler. Bu sırada arkasında oturan ve Bektaşi'yi dinleyen bir külhanbeyi yerinden kalkar ve Bektaşi'nin ensesine okkalı bir tokat atar. Ne olduğunu anlamak için arkasına dönen bektaşiye külhanbeyi;

"Madem her iş insanın başına Allah'tan gelir, niye dönüp arkana bakarsın ihtiyar" der. Bektaşi;

"Allahtan geldiğini bildim bildim de, hangi ...'nin eliyle yaptı, onu merak ettim" der.

 
Son yıllardaki duygu durumumu nasıl tarif ederim, nasıl formüle ederim diye düşünüyorum uzun zamandır. Yukarıdaki kıssa nedeni ile bir hissiyatımı paylaşayım:

Hayatı hep yüksek perdeden, hep başarılı, hep kazançla dolu, hep özgüveni yüksek olacak şekilde yaşamadım. Hatta tam tersi oldu genelde; hayatım boyunca biraz ezik, biraz sosyal fobik, özgüveni zayıf, tırsak, çekingen, müstağni vs. gibi düşük profilli bir psikolojiyle yaşadım. Meslekî kariyer ve akademik hayatım boyunca da bu hep böyle idi; çoğunlukla dışlandım, değersizleştirildim, aşağılandım ve sürekli bir mobbing altında yaşadım. Kendim olmaya ve kendimi ifade etmeye çok da imkanım olmadı, ya da içinde bulunduğum şartlar bana bu imkanı vermedi veya ben beceremedim. Bütün bu süreç içersindeki temel duygu durumumun “acz ve fakr” olduğunu söyleyebilirim. İnancım ve kültürüm “şükür ehli” olmayı salık verdiği için sahip olduklarıma şükrederek mutlu da yaşadım aslında.

Ancak son beş-altı yıldır yaşadığım süreç ve bana yaşattığı psikoloji, bende hakim olan temel duygunun “korku” olmasına neden oldu artık. Artık her şeyden korkuyorum; ya başıma bir şey gelirse, ya sağlığıma bir şey olursa, ya kazancımı idame ettiremezsem, ya çocuklarımın, ailemin başına bir şey gelirse, vs. artık her şeyden korkuyorum: Özellikle de Türk devletinden, Türk milletinden ve cami cematinden çok korkuyorum. Büyük bir özgüvenle, çok daha büyük bir haklılık duygusu ile, hatta büyük bir hikmet ve hayır atfederek, çok acımasızca, coşkun bir şehvetle, bıkmak ve bitirmek bilmeden her türlü acıyı, çok kolayca, en yoğun şekilde, dur durak bilmeksizin yıllarca yaşatabiliyorlar insana…

Tabii ki bütün kötülüklerin Allah izni ile yapıldığının bilincindeyim. Beni korkutan şeylerin, bazı kötülerin üzerinden, onların eli ile, onların bir nedene bağlı kötülüğü olarak gelse de, bu zahiren öyle görünse de, temel korkumun Allah korkusu olduğunu hissediyorum; taa içimde derinlerde bir yerde. Çünkü yalnız kaldığımda, dua ederken, Allah'la irtibat halinde iken korkum en fazla en yoğun hale geliyor. Ürperti ve çarpıntı hissi oluşturacak kadar; sıcaklık basmasına, boğuluyormuş gibi hissetmeme neden olacak kadar yoğun olabiliyor bu his. Hayatım boyunca korku boyutlu bu hafakanları bu kadar yoğun olarak, bu kadar uzun süreli ve aklımdan hiç çıkmamacasına, son yıllarda hissettiğim ve yaşadığım gibi bunalırcasına yaşamamıştım. Daha önceleri de yapmak istediğim bir şeyi beceremeyip yapamayınca, çalışırken işler ters gidince veya başıma bir musibet gelince ya da bir kötülükle karşılaşınca ne kadar aciz ve yetersiz olduğumu hissettiğim çok olmuştur. Ya da böyle bir fenalıkla karşılaşma ihtimali ile korktuğum da çok olmuştur. Ama korkunun zihnimi bu kadar yoğun ve bir cenderede sıkıyor gibi ezercesine işgal ettiği, bütün benliğimi böylesine ele geçirdiği hiç bir zamanı hatırlamıyorum.

İnancımızda Allah korkusu hep vurgulanır, hep hatırda tutulması istenir, hep ona göre yaşamamız salık verilir. Ancak bendeki bu korku sanki beni felç ediyor, sanki katatonik bir hale sokuyor, bütün düşünce, duygu ve melekelerime ipotek koyuyor ve düşünsel üretkenliğime, kulluğuma, Allah’la -O’nun bana istediğini istediği zaman yapabilecek, beni korkutan bir güç olmak dışında- irtibatıma, vecd ve şükür endeksli ibadetime engel oluyor. Halbuki eskiden acz ve şükür endeksli olarak, yetersizliğimi bilmek ve teşekkür etmek üzerinden daha coşkulu bir irtibatım oluyordu O’nunla…

Yahut… korku üzerinden kulluk ve ibadet ya benim fıtratıma uygun değil veya bende tam çözümleyemediğim çok daha derin bazı sorunlar var.

- Yaşadığımın bir şeytanî desise olduğu, “O’ndan korkmak” yerine “O’nunla korkutarak” Şeytanın beni ye’se ve dehşete ittiği tespiti…,
- Kendilerinden korktuklarımızın da iplerinin Allah'ın elinde olduğuna dair kuvvetli bir inanç…,
- Korkularımın nedeninin dünyalık nimet kaybı ile alakalı olduğu, ahirete dair kayıplar ile ilgili olmadığının farkındalığı…,
- Ve… bu tür çıkmazlardan beni ancak bunların kurtarabileceğini bilmektir tek çıkış yolum.

Rasyonel tarafım bunu böylece biliyor ve kabul ediyor olsa da, içsel dünyam ve duygu durumum çok daha karmaşık ve kararsız…

Nitekim bu nedenle, bu zamanlarda, en çok korktuğum şey, Allah ile olan irtibatımın zarara uğraması ve sorumluluklarımı yerine getirememek… (KB)

Kabus

 

Bana herşey bir felaket senaryosu içindeymişim hissi veriyor. Gerçek mi? Kabusta mıyım?

Kabus gören, karabasan içindeki insanlar genelde çevrelerinde kötü (şeytan gibi) bir varlık hissettiklerini söyler: Sleep Medicine dergisinde yayınlanan bir çalışma, karabasan teşhisi konulan hastaların yaklaşık %58’inin odada bir varlık olduğunu, genellikle insan dışı bir şey gördüğünü ve yaklaşık %22’sinin de odada genellikle yabancı bir kişiyi gördüğünü söylediklerini bildirmiştir. Amerikan Uyku Tıbbı Akademisi’ne göre karabasan, insanların göğüs kafeslerinde baskı veya vücutlarını yönlendirmede/hareket ettirmede sorun hissetmelerine neden olabiliyormuş.

İnsan, çevresindekiler kötü, şeytan gibi (kötülük yapıcı) olduğunda, insanlık dışı muameleye maruz kaldığında, yaşadıkları nedeniyle baskı hissettiğinde ve istemediği şeyleri yapmak zorunda bırakıldığında, hiçbir şeyin “aşina” olmadığı, yabancı bir ortamda gibi hissedip hiç bir şey de yapamadığında, tabii ki kendini bir kabus içinde hisseder. Bunda şaşılacak bir şey yok.

Kaçıp kurtulmak istersin ama bu mümkün değildir. Bedenini kullanamıyorsun gibidir ya da ayağına dolanır bir sürü şey; zaten o derman da yoktur dizlerinde...

Boğazın sıkılıyor da sanki boğuluyor gibi olursun dehşet havuzunda; çevreni hep kötüler sarmış gibidir bilinmezler karanlığında; ezilirsin göğsünün üstündeki tonlarca yükün baskısı ve acısı altında; avazın çıktığı kadar bağırmak istersin, ancak sesin de çıkmaz kör sağırlığın ortasında...

“Kendi feryâdımdır ancak ses veren feryâdıma
Kimseler yok, âşinâdan büsbütün hâlî diyâr
"Nerde yârânım?" diyorken ben bülend âvâz ile
"Nerde yârânım?" diyor vâdi, beyâbân, kûhisâr...” diyen Mehmet Âkif gibi bile diyemezsin.

Sadece acz-ı mutlak, fakr-ı mutlak olduğunu derk edersin bütün zerratınca... ve bu “hiçliğin” neden olduğu sürpriz bir “hoşluk” yaşarsın paradoksal olarak; şükr-ü mutlak erbabı olmanın keşfiyatı ile... (KB)