2 Ekim 2021 Cumartesi

Dr. Britta Zangen ve Alman Liyakat Nişanı

1 Ekim 2021 akşamı Britta'ya bir kutlamaya davetliydim. Britta'yı Almanya Federal Cumhuriyeti Liyakat Nişanı için öneren arkadaşı Christine bir konuşma yaptığında, bu konuşmaya hazırlanmasının kaç saat sürmüş olması gerektiğini düşündüm. Beklentilerimin aksine, herhangi bir hazırlık yapmamıştı... İkilinin Toastmakers Club'da (https://www.toastmasters.org/) tanıştığının öğrenince şaşkınlığım biraz azaldı. Britta’nın kardeşleri Stefan ve Jan ve diğer konuklar konuşmalarını yaptıktan sonra, burada bir şeyler söylemek için bir belagat ustası olmak gerektiğini düşünmeye başladım. Ancak konuşmaya kararlı olduğum için cesaretimi topladım ve birkaç söz söyledim.

En yakın çevrenizdeki kişilerin kimler olduğunu merak ediyorsanız sabah saat 3:00'te birinden bir şey istemeniz gerektiğinde kimi arayacağınızı düşünebilirsiniz. Bu yüzden Britta'nın 25 konuğundan biri olduğum için gururlu ve mutluyum. Britta tarafından icat edilen daha katı bir kural, hasta olduğunuzda ve yatağa bağlı olduğunuzda laboratuvara idrar örneği göndermek için arayacağınız kişiyi düşünmek. Ama Allah'a şükür, ortada böyle bir durum yoktu. 😄

Britta zengin bir aileden geliyor. Aile üyelerinin çoğu ticaretle uğraşmış. Yalnızca o, (görünüşe göre çok etkilendiği) 12 yaşındaki erkek kardeşi Jan, ve 18 yaş küçük kız kardeşi bilim ve eğitimi seçmiş. Daha kardeşler küçükken anneleri Noel öncesi bir oda dolusu hediye hazırlayıp çocuklarla birlikte ihtiyaç sahiplerine dağıtırmış. Britta, karakterinin o günlerde şekillendiğini düşünüyor. Ayrıca iki dedesi de Federal Liyakat Nişanı aldığı için yaşantısında doğal olarak atalarının da etkisi olduğunu düşünüyorum. Britta kendisini biraz “cimri” olarak tanımlasa da buna inanamıyorum. Çünkü ağabeyi Stefan, "Genç bir kadın olarak o kadar cömertti ki, babasından kalan mirası çocuksuz kedilere vereceğinden korktuk" diyor.

Federal Almanya Cumhuriyeti Liyakat Nişanı (veya Federal Liyakat Nişanı), Federal Almanya Cumhuriyeti'ndeki tek genel liyakat ödülüdür. Bu ödül siyasi, ekonomik, kültürel, entelektüel veya gönüllü alanda özel başarılar için verilir (https://de.wikipedia.org/wiki/Verdienstorden_der_Bundes Republik_Deutschland). Bildiğim kadarıyla Britta'nın gönüllü faaliyetlerinden bazıları şöyle:

Britta bir keresinde bana bir kitap hediye etmişti: Alman dilindeki en güzel sözler. Britta'yı en iyi hangi terimlerin tanımlayabileceğine baktım. Bazı sevilen kelimeleri seçtim:

  • Zweisamkeit (yalnız olmama/ikili olma)
  • Sternstunde (Harika an)
  • Sehnsucht (Özlem)
  • Schmetterling (Kelebek) ve Libelle (yusufçuk) (bunlar benim için uyum, duyarlılık, sanat, dans ve yumuşaklık ifade ediyor. Tam Britta'yı tanımlaya kelimeler)

 

Ama kendi sözlerimle belirtecek olursam Britta her şeyden önce;

  • bir insan. Olağanüstü bir insan. Sadece tür açısından insan değil, insanlığın değerlerini taşıyan bir kişi. 
  • Her zaman güvenebileceğiniz bir arkadaş. 
  • Öğretmen, yazar, YouTuber (https://www.youtube.com/channel/UCz5EgDy8rwa_z6VojPf_x2Q) ve çok daha fazlası ... 
  • Ama diğer şeylerin yanı sıra, fazlasıyla Alman 😄: Ona uyan üç Alman karakter özelliği var: 
    • Ehrlichkeit (dürüstlük) (düşüncesini açıkça kişinin yüzüne söyler)
    • Pünktlichkeit (dakiklik) (davete zamanında gelebilmek için sabah 6:00'da kalktım 😄)
    • Zuverlässigkeit (Güvenilirlik) (Britta bir görevi tamamlamıyorsa çok önemli bir nedeni vardır)

 

Elbette Britta'nın Liyakat Nişanı ile onurlandırılması çok önemli. Almanya Cumhurbaşkanı'nı bunun için tebrik ediyorum. 😄 Sadece nişanı bu sefer bir kadına verdikleri için değil, aynı zamanda dolaylı olarak göçmenler ve dezavantajlı gruplara yönelik gönüllü çalışmaları teşvik ettikleri için. Ama hiçbir ödül Britta’nın dostlarının kalbindeki yerinden daha büyük değildir.


 

Ailemle birlikte, yaşadığımız her yerde dünyanın çeşitli yerlerinden misafirler ağırladık. Sloganımız "Sen dünyayı dolaşamıyorsan kapını aç dünya sana gelsin" oldu. Belki 100 hatta 200 kişi evimizde günlerce kalmıştır.

Bazen bir inci bulmak için binlerce midye toplamanız gerekir. Britta, Couchsurfing-, Hospitality-Club- ve Airbnb maceralarımızda rastladığımız birkaç inciden biridir. Kendisiyle konuştuğu birçok dilin (Almanca, İngilizce, Fransızca, İtalyanca) yanı sıra Türkçe öğrenmek için yakınımızdaki bir kursa kayıt yaptırdığında İzmir'de tanıştık. Kısa sürede ailemizin bir üyesi oldu. Ama onun da bizim için aynı hislere sahip olduğunu sonradan anladım. Çünkü memleketimi terk edip Almanya'ya taşınmaya karar verdiğimde ihtiyacım olduğu sürece evinde yaşamamı teklif etti. Bu, Alman usulü samimi bir davetti 😄.

Hayattaki vizyonum "Dünya barışına katkıda bulunmaktır". İşte tam da bu noktada Britta ile ilgi alanımız örtüşüyor. Yurtta barış, ancak diğer insanlar yurtlarında huzur içinde olduklarında mümkün. Bu nedenle dezavantajlı toplumları desteklemek için gereken her şeyi yapmalıyız. Örnek olarak, Britta'nın Afgan kadınlarıyla ilgili son YouTube videosuna göz atmanızı öneririm (https://youtu.be/0JQ2xZyNDes).

Sevgili Britta, davetine gelirken hediye getirmek yerine ihtiyaç sahipleri için bağış toplamamızı istemen ne kadar asil bir davranış. Her şeyini bir günde kaybetmiş bir doktor, profesör ve bilim insanı olarak desteklenmenin önemini takdir edebiliyorum. Sahip çıktığın kişiler adına sana teşekkür ederim.

Britta, "Manevi kardeşim", Federal Almanya Cumhuriyeti Liyakat Nişanı için seni yürekten kutluyor, bu etkinliği düzenlediğin ve beni davetin için teşekkür ediyorum. Biliyorsun, ben inançlıyım. Bu yüzden dostluğumuzun sonsuza kadar sürmesi için dua etmekten kendimi alıkoyamıyorum. Seninle arkadaşlığımızın tadını çıkarmak için bir ömür çok kısa…

Zekeriya Aktürk

Düsseldorf, 01.10.2021


 

Dr. Britta Zangen und der Verdienstorden

Am 1. Oktober 2021 war ich zu Britta eingeladen. Der Anlass war eine Feier. Als Christine, die Freundin von Britta (die sie für den Verdienstorden der Bundesrepublik Deutschland vorgeschlagen hatte) ihr Gespräch machte, habe ich mich gewundert, wie viele Stunden sie gebraucht haben muss, um sich für diese Rede vorzubereiten. Ganz gegen meine Erwartungen war das spontan, ohne große Vorarbeitung. Es kam heraus, dass die Beiden sich im Toastmakers Club (https://www.toastmasters.org/) kennengelernt hatten. Nachdem auch ihre Brüder Stefan und Jan und andere Gäste ihre Reden gehalten hatten, war ich fest überzeugt, dass man Meister der Rhetorik sein muss, um hier das Wort zu sagen. 😄 Da ich jedoch entschlossen war zu sprechen, habe ich mir den Mut genommen und ein Paar Worte ausgesprochen.

 

Wenn man sich entscheiden möchte welche Menschen in seinem engsten Kreis sind, kann man sich überlegen wen man anrufen würde, wenn man um 3:00 Uhr am Morgen jemanden um etwas bitten muss. Deshalb bin ich stolz und glücklich, dass ich unter den 25 eingeladen Gästen Brittas war. Eine strengere Regel erfunden von Britta wäre, an der Person zu denken, den man anrufen würde, um eine Urinprobe ins Labor zu schicken, wenn man krank und bettgebunden ist. Aber Gott sei Dank, solch eine Situation war nicht vorhanden. 😄

 

Britta kommt von einer Wohlhabenden Familie. Die meisten ihrer Familienmitglieder waren und sind mit der Handel Beschäftigt. Nur sie, ihr 12 Jahre jüngere Bruder Jan (dem sie anscheinend sehr beeinflusst hat) und ihre 18 Jahre jüngere Schwester haben sich für Wissenschaft und Lehre entschieden. Schon als die Geschwister kleine Kinder waren, bereitete ihr Mutter vor Weihnachten ein Zimmer voll Geschenke und verteilte sie mit den Kindern an den Bedürftigen. Britta denkt, dass an diesen Tagen ihr Charakter schon geprägt wurde. Da zwei ihre Großväter auch den Bundesverdienstorden bekommen hatten, denke ich natürlich, dass da auch ein Einfluss der Vorfahren besteht. Obwohl sie sich als ein bisschen „Geizig“ beschreibt, kann ich das nicht glauben. Denn, ihr älterer Bruder Stefan sagt „Als junge Frau war sie so großzügig, wir befürchteten, dass sie das Erbe vom Vater den kinderlosen Katzen spendieren wird“.



Der Verdienstorden der Bundesrepublik Deutschland (auch Bundesverdienstkreuz genannt) ist die einzige allgemeine Verdienstauszeichnung der Bundesrepublik Deutschland. Er wird für besondere Leistungen auf politischem, wirtschaftlichem, kulturellem, geistigem oder ehrenamtlichem Gebiet verliehen (https://de.wikipedia.org/wiki/Verdienstorden_der_Bundesrepublik_Deutschland). Soweit ich weiß, sind einige ehrenamtliche Tätigkeiten von Britta wie folgend:

·       Schöffe (ehrenamtliche Richterin) (https://de.wikipedia.org/wiki/Sch%C3%B6ffe_(ehrenamtlicher_Richter))

·       Ehrenamtliche Beratungen von gefangenen (https://de.wikipedia.org/wiki/Vollzugshelfer)

·       Ehrenamtliche Richterin in der Bundeswehr (https://de.wikipedia.org/wiki/Kriegsdienstverweigerung_in_Deutschland)

·       Betreuung von Schützlingen

·       Stellungnahme für Frauenrechte

·       Tätigkeiten als Schriftstellerin (http://www.britta-zangen.de/)

 

Einmal hatte Britta mir ein Buch geschenkt: die schönsten Wörter der deutschen Sprache. Ich habe nachgesehen, welche Begriffe Britta am besten beschreiben könnten. Einige beliebte Wörter habe ich ausgewählt:

·       Zweisamkeit (das wofür sie uns eingeladen hat)

·       Sternstunde (was ich an diesen Abend erlebt habe)

·       Sehnsucht (wenn ich Britta ein paar Wochen nicht sehen kann)

·       Schmetterling und Libelle (Bedeuten für mich Harmonie, Empfindlichkeit, Kunst, Tanz und Sanftmut. Sehr passend um Britta zu schildern)

Aber mit meinen eigenen Wörtern ist sie vor allem;

·       ein Mensch. Ein sonderbarer Mensch. Nicht nur ein Mensch vom Spezies her, sondern ein Mensch in der die Werte der Menschheit leben gefunden haben.

·       Eine Freundin auf die man sich immer verlassen kann.

·       Eine Dozentin, Schriftstellerin, YouTuberin (https://www.youtube.com/channel/UCz5EgDy8rwa_z6VojPf_x2Q) und vieles mehr…

·       Aber unter anderem sehr Deutsch 😄: Die drei deutschen Charaktereigenschaften treffen gut auf Sie zu:

o   Ehrlichkeit (sie sagt ihre Meinung offen ins Gesicht)

o   Pünktlichkeit (ich bin um 6:00 Uhr am Morgen aufgestanden um bei der Feier pünktlich zu sein J)

o   Zuverlässigkeit (wenn Britta eine Aufgabe nicht erledigt, gibt es einen wichtigen Grund)

Natürlich ist es sehr wichtig, dass Britta mit dem Verdienstorden geehrt ist. Dafür gratuliere ich auch den Bundespräsidenten. 😄 Nicht nur weil der Orden dieses Mal zu eine Frau gegangen ist, sondern auch, dass so ihr ehrenamtliches Engagement für Migranten und benachteiligte Gruppen gefördert wurde. Aber kein Orden ist größer als ihr Platz in den Herzen ihrer Freunde.

Mit meiner Familie haben wir überall, wo wir gelebt haben, Gäste empfangen. Unser Motto war „Wenn du nicht um die Welt reisen kannst, öffne deine Türe und lass den Welt zu dir kommen“. Vielleicht Hundert, oder sogar 200 Leute kamen zu uns und blieben mehrere Tage.

Sie wissen, manchmal muss man tausende von Muscheln sammeln um eine Perle zu finden. Britta ist einer der wenigen Perlen die wir in unseren Couchsurfing-, Hospitality-Club- und Airbnb-Abenteuern gefunden haben. Wir haben uns in Izmir getroffen als sie neben den vielen anderen Sprachen die sie beherrscht (Deutsch, Englisch, Französisch, Italienisch), auch Türkisch lernen wollte und sich in einen Kurs in unserer Nähe angemeldet hatte. In kurzer Zeit wurde sie ein festes Mitglied unserer Familie. Aber erst später habe ich festgestellt dass sie die gleichen Gefühle für uns hatte. Denn als ich mich entschied meine Heimat zu verlassen und nach Deutschland zu ziehen, bot sie mir an in ihrer Wohnung zu leben solange ich es brauchte. Und es war auch so gemeint; sie ist doch Deutsch 😄.

 

Mein Lebensvision ist „zum Frieden in der ganzen Welt bei zu tragen“. Und genau hier treffen sich unsere Interessen mit Britta. Ein Frieden in der Heimat ist nur möglich, wenn andere Menschen Frieden in ihren Heimaten haben. Deshalb müssen wir alles Nötige tuen um andere Bevölkerungen zu unterstützen. Als Beispiel schlage ich vor, dass Sie sich Brittas letztes YouTube-Video über afghanische Frauen ansehen (https://youtu.be/0JQ2xZyNDes).

 

Liebe Britta, wie Noble von dir dass du anstatt eines Mitbringsels uns aufgefordert hast, eine Spende für deine diversen Schützlinge zu sammeln. Als ein Arzt, Professor und Wissenschaftler der all sein Haben in einen Tag verloren hat, weiß ich es zu schätzen wie wichtig es ist unterstützt zu werden. Vielen Dank im Namen der Bedürftigen.

 

Britta, „Manevi kardeşim“ ich gratuliere dir herzlich für den Verdienstorden der Bundesrepublik Deutschland und danke dir für die Organisation dieser Feier und auch für die Einladung. Du weißt, ich bin ein Gläubiger. Deshalb kann ich mich nicht abhalten zu beten, dass unsere Freundschaft für die Ewigkeit dauern wird. Eine Lebensdauer ist einfach zu kurz für mich um deine Gesellschaft zu genießen. 

 

Zekeriya Aktürk

Düsseldorf, 01.10.2021

 

 

 

30 Eylül 2021 Perşembe

Hayvanları Hapsetmeyin!


Size cezaevi hatıralarımdan bahsedeceğim. 

 

Aslında bilimsel makale yazabiliyorum ama kitap da yazdım. Nasıl kitap yazdım? Cezaevinde kaldığım süre içerisinde yazmam gerektiğine karar verdim. Yaşadıklarımın kayıt altına alınması gerektiğini düşündüm; o yüzden yazdım. Bence herkes yazabilir. Herkes yazmalı. Özellikle başından benim yaşadığım gibi olaylar geçmiş olanlar KHK'lılar, o KHK sürecini yaşayanlar, o zulme maruz kalanlar mutlaka hatıralarını bir şekilde yazmalıdır. Herkes yazabilir. Siz de yazabilirsiniz. Ben yazdığıma göre siz de yazabilirsiniz. 

 

2 Eylül 2016'da tutuklandım ve 14 ay 1 hafta tutuklu kaldım. O süre içerisinde bir günlük gibi yazdıklarım var. 188 sayfa olmuş. Bütün evren bir değişim içerisinde. Ben de değişim geçirdiğimi fark ediyorum. Yaşadığımız olaylar da bizi değiştiriyor. Kendimiz de değişime açık olmalı ve değişmek için bir çaba içerisinde olmalıyız. 

 

Yıl 2006. Suudi Sağlık Bakanlığı'ndan bir iş teklifi aldım. Suudi Arabistan'a gittim. Ailecek gittik. Orada 4 sene kadar güzel günler geçirdik. Riyad'da çalıştım. Aile hekimliği eğitimiyle ilgili Saudi Diploma in Family Medicine projesinde çalıştım. Orada Bise adında bir kedimiz vardı. 

 

Yıl 2015. Şifa Üniversitesi'nde işe başladım. İzmir Çiğli'ye taşındık. Hayalimizde bir bahçeli ev vardı. Küçük ama hayalimizdeki bu bahçeli evi alabildik. 10 metre kare kadar da bir bahçemiz var. İzmirliler kedileri seviyor malumunuz. Bahçemiz kedilere mesken oldu. Bazen 5, bazen 15... Bizi benimsemiş, onlara zarar vermediğimizi bilen, ara sıra bizden yiyecek isteyen kedimiz oldu bu sefer. "Bizim" demek doğru değil zaten... 

 

Bise henüz gözleri açılmamış yaralı bir yavru idi. Bir şekilde yaralanmış. Birisi mi üzerine bastı, nasıl oldu bilmiyorum. Medineli Mehmet hocam vardı. Mehmet Bey onu bize emanet etti. Önce Bise'yi damlalıkla besledik. Sonra enjektörle... Damla damla süt yedirdi hanım ve çocuklar ona. Veterinere götürdük. Elimizden geldiği kadar tedavisini yaptırdık. Sonunda iyileşti. Büyüdü. Evimizin neşesi oldu. Çok tatlı, akıllı bir kedi. O bizi, biz de onu çok seviyorduk. 

 

Artık 6 aylık olduğunda Bise'nin hiç evden çıkmamış olduğunu fark ettik. Arabistan sıcak bir yer. Kimse dışarı çıkmak istemiyor. Biz çıkınca hemen arabaya binip klimayı çalıştırıyorduk. Dolayısıyla kedimizin de dışarı çıkmak isteyebileceği demek ki aklımıza mı gelmedi. O mu istemedi, ya da dışarı çıkmak icap etmedi mi hatırlamıyorum ama bir şekilde Bise'yi dışarı çıkaralım dedik.

 

Kapının önüne çıkardığımda yere yapıştı ve kımıldayamadı. O kadar parlak bir güneş ışığı, çok değişik, parlak bir ortam onu tedirgin etti, korktu, sinirlendi, hırçınlaştı. Aldım hemen eve geri götürdüm. Evde sakinleşti. Daha sonra küçük denemeler yaptık ve sonunda dışarıya alıştı. Ama zor oldu dışarıya alışması. Dönerken de Yahya Bey vardı. Onun bahçesine bırakıp Türkiye'ye döndük.

 

Şimdi ben neden kedilerden bahsettim; evde beslediğimiz kediden bahsettim? Belki sizin de evcil hayvanlarınız olabilir diye düşündüm. Mesela köpeğiniz, balığınız, kaplumbağanız, muhabbet kuşunuz, papağanınız, kanaryanız, serçeniz... Bazıları serçe de besliyor... Evde kafeste besliyorlar yani! Eğer böyle bir şey varsa onları özgür bırakmalısınız. Bunu söylemek için bu girişi yaptım. Derhal onları uygun ortamlarına salmak lazım. Tabii bizim Bise gibi 6 ay evde yaşamışsa dışarıya adapte olamıyor. Ya da muhabbet kuşları doğduğundan beri kafeste yaşamışsa artık salıverseniz doğada yaşayamayabilirler. Yine de onları mümkünse eğer doğal ortamlarına bırakmanız gerektiğini düşünüyorum.

 

Bir kuş ormanda, balık nehirde yaşar. Kavanozda yaşamaz yani.

 

Hayvanları hapsetmeyin!

 

Ömrünü kafeste geçiren bir hayvanın neler hissettiğini anlamak için ben hapis yattım. Yine de anlamış olmayabilirim. Çünkü ben 14 ay hapis yattım. Bunu anlamanız için sizin de hapis yatmanız gerekmiyor. Ben size söylüyorum. Çok korkunç bir şey. Çok kötü... Onun için, hayvanları hapsetmeyin.

 

Günde bir kez bahçeye çıkarıyor insanlar köpeklerini, gezdiriyorlar. Beş dakika gezdirip hemen geri getiriyorlar. Yani bunu anlamak için H-Tipi cezaevinde kalmanız gerekmez. Orada bizi daha fazla çıkarıyorlardı bahçeye. Akvaryumdaki balığı anlamak için E-Tipi cezaevinde kalmanız gerekmiyor.

 

Kafesteki kuş ömür boyu aynı besinlerle besleniyor. Siz ne verirseniz onu yiyor. Cezaevinde de bize ne verirseler onu yiyorduk. Belki cezaevinde daha özgürdük. Çünkü paramız varsa marketten de alışveriş yapmamıza müsaade ediliyordu.

 

Bir de ömrünü 40x40 cm kafeste geçiren yumurta tavukları var. Ben artık o şekilde yumurta almıyorum. Tabii ki o yumurtalar ucuz oluyor. "O kadar insana nasıl yumurta yetiştireceğiz?" diye sorabilirsiniz. "Organik yumurtaya paramız yetmiyor" diyebilirsiniz. Az yiyebiliriz. Ama o şekilde yaşayan bir hayvanın o şartlarda kalmasını teşvik etmeye hakkımız yok.

 

Gün ışığı görmeden, bir duvara bağlı şekilde yaşayan ve kesime gönderilen hayvanlar, inekler, boğalar var. Onları hayal bile edemiyorum. Onlar nasıl bir psikoloji içerisindedir hiç hayal bile edemiyorum.

 

Romanya'da 20 yıl bir kafeste, hayvanat bahçesinde yaşamış bir ayının videosunu seyretmiştim. Ayıyı doğaya bıraktıklarında olduğu yerde dönüyor. Biz hayvanat bahçelerine de gitmemeye karar verdik artık. Orada ayıların 3-5 adım gidebilecekleri bir alan var. Korkunç! Korkunç bir şey yani. Ben 10 adım gidebiliyordum. Benim adımlarla 10 adımdı cezaevinin volta atma yeri.

 

İnsanları hiç hapsetmeyin de hayvanları da asla hapsetmeyin!

 

 

15 Ağustos 2021 Pazar

Muharrem ayı geldi. Kerbela şehitlerine ve zalimler karşısında dik duranlara selam olsun!



Muharrem ayı geldi. İnsanlar yas tutuyor. Oruç tutuyorlar. aç ve susuz kalıyorlar. Neyin açlığı? Neyin orucu? Neyin susuzluğu? Hazreti Hüseyin ve arkadaşlarının Kerbela’da şehit edilmelerinin yasını tutuyorlar. Belki siz de tutuyorsunuzdur.

 

Bu elim olayları hatırlamamız gerekiyor. Onlardan ders almamız lazım. O 72 kişiyi öldürenler, Yezit ve arkadaşları Müslümandılar. Kendilerine Müslüman diyorlardı. Belki de “Allah” diyerek mızraklarını oklarını, kılıçlarını çektiler ve o insanları öldürdüler. Ehli Beyt bu konuda çok hassas. Alevi arkadaşları onun için takdir ediyorum. Ben de daha hassas olmam gerektiğini düşündüğüm için birkaç kelime edeyim dedim.

 

Bizim Gül teyzemiz var. Canımız Gül teyzemiz… Gül teyze İzmir’de komşumuz. Hanım onun evine gittiğinde duvarda Hz. Ali’nin portresini görmüş. Teyzem “Kızım, biz Ali’yi severiz” demiş. Ne kadar şaşırtıcı değil mi? Evine gelen misafirine Hz. Ali’yi sevdiğini ezilerek söylüyor. Kim bilir hangi travmalardan geçmiş insanlar ki, böyle düşünüyorlar… Halen daha, bu yaşadıklarımdan sonra bile onları tam anlayabildiğimi zannetmiyorum. 

 

Teyze, biz de Ali’yi severiz. Nasıl sevmeyiz ki Ali’yi… Peygamberimiz “Nimetleriyle sizi beslediği için Allah’ı sevin. Beni de Allah sevgisi için sevin. Ehli Beytimi de benim sevgim için sevin.” demiş.

Böyle demesine rağmen insanlar onu nasıl öldürebildi? O 72 kişi katledilirken diğer insanlar neden seslerini çıkarmadılar? Belki onlar seslerini çıkarsalardı, o zulme dur deselerdi, o zaman tarih değişir miydi? Daha mu farklı olurdu? Bugünün Müslümanları da zulme daha mı fazla ses çıkarırdı? Görüyorum ki bugün de Müslümanlar güce boyun eğiyorlar ve zalimlere sessiz kalıyorlar. Bu beni çok üzüyor. Kahredici bir durum… Bunu yaparken dindar olduklarını söylemeleri de bir o kadar üzücü.

 

Tarih boyunca da bu değişmemiş maalesef. Mesela, Pir Sultan Abdal şehit edilirken de aynı saikler söz konusu. Ne uğruna yapılıyor demek ki? Siyaset uğruna yapılıyor. Siyasi tarafgirlik insanların inançlarının, değerlerinin önüne geçebiliyor demek ki. O zamanda Hz. Hüseyin’i şehit edenler de siyasi tarafgirlik için yaptılar bunu; daha yakın zamanda Pir Sultan Abdal’ı katledenler de bunu siyasi tarafgirlik için yaptılar.

 

Size Pir Sultan Abdal’la ilgili anlatılan kıssadan okumak istiyorum:

http://sivas.bel.tr/Files/PDF/ekitap/%C5%9EEHRENG%C4%B0ZLER/Bir%20Tutam%20Ge%C3%A7mi%C5%9F%2018%20EYL.pdf

Malumunuz Pir Sultan Sivaslı. Orada insanları irşat ediyor. Bir gün kendisine bir talebe geliyor. Talebenin adı Hızır. Hızır destur istiyor. İlim öğrenmek, kendini geliştirmek istiyor. Müsaade ediliyor kendisine. Pir Sultan ocağında diz kırdı, himmet diledi. Bir garip köylüydü işte… Bugünkü zalimler de bir garip köylüydü. Şimdi milletvekili olmuşlar. Bakan, Başbakan, Cumhurbaşkanı olmuşlar ama geçmişlerine baktığınızda bir garip köylü… Orak biçti, koyun kırktı, inek sağdı, keçi otlattı. Pir Sultan’ın kapısında sazına ses verdi, yüzüne renk geldi, azap iken mürit oldu. Yol öğrendi, edep öğrendi.

 

“Pirim!” dedi. “Bir koca sene oldu kapında hizmet ettim. Bu yoksul dervişine dua buyursan da payitahta gitsem. Gördüğüm edep erkan ile yükselsem. İlim öğrensem.” Hırslı tabii… Yükselmek istiyor. Milletvekili olmak istiyor. Bakan olmak istiyor. İçişleri bakanı olacak… Pir Sultan kırmadı müridini. Onun eksikliklerini bilse de isteğini kabul edip uğurladı. 

 

Giderken şöyle dedi (https://kmu.edu.tr/sks/duyuru/17201/bir-turku-bir-hikaye-programinda-sivas-ellerinde-sazim-calinir-turkusu-islendi/tr): “Hızır, duam olsun sana. Hak yolunu açık ede. Adı güzel Peygamber dua kılsın sana. Hz. Ali dua kılsın. Var git dilediğin diyara. Bizden öğüt odur ki, harama el uzatma. (Öğüt bu işte: Harama el uzatma!). Bilmediğine dil uzatma. Yasağa uçkur çözme. Namerdin lütfu için merdin hakkını çiğneme. İmanını satma dünya malına! Servete, makama düşkün olma. (Hepsi bugün yapılanlar işte!). Yoksa korkarım tez zamanda dönüp gelesin, benim başımı darağacına veresin. Ölümüm senin elinden olur, anlamazsın, bilmezsin.”

 

Tabii Hızır hırslı; gidiyor. İstanbul’a payitahta gidiyor. Padişahın emrine giriyor. Yükselip paşa oluyor. Aradan zaman geçiyor. Bir bakıyorsunuz ki, siyasi kavgalar İran şahıyla Osmanlı padişahının arasını açmış. Kavgalar başlamış. Bir taraf İran şahını tutuyor. Onlar da kendilerine Müslüman diyorlar. Diğer taraf Osmanlı padişahını tutuyor. Pir Sultan o dönemde Anadolu’daki erenlerin, Türkmenlerin birçoğu gibi İran şahını destekleyen deyişler söylüyor. Bu durum Osmanlı padişahını çok rahatsız ediyor.

“Duyuldu ki, Türkmen aşiretleri içerisinde Şah’a sırt veren çoğalmış. Dünyanın yarısına hükmü geçen saraydan irade buyuruldu ki, “Tebrizli Şah’ın Anadolu’ya uzanan kolları kesile. Türkmen içindeki sesi susturula”. Payitahttan emir çıktı: “Hızır Paşa Sivas’ı iyi bilir, iyi tanır. Gidip sükuneti sağlaya. Devleti devlet bildire. Baş kaldıranların başını eze.”

 

Hızır, Sivas’a gitti. İlim sahibini, kendi üstadını, ilim öğrendiği kişiyi makamına getirtti ve fikrini değiştirmesini istedi. Ama tabii ki Pir Sultan fikrini değiştirecek değildi. İkramlarda bulundu Pir Sultan’a. Pir Sultan önüne konan yiyecekleri geri çevirdi, kalktı Hızır’ın sofrasından. Kendisinden bir ses, bir cevap bekleyen paşaya dönüp dedi ki:

 

“Hızır! Yeni adın Hızır Paşa olmuş! (Dünün köylüsüydün, şimdi içişleri bakanı olmuşsun; milletvekili olmuşsun) İyi misin, hoş musun? Makam mevki memnun etti mi seni? Hızır! Çoban olup kuru yufka sunsaydın bana, şeker şerbet gibi yerdim. Sen dünyanın sefasına aldandın. İkramında haram kokusu var Hızır. Sunduğun sofraya oturmak yanlış, dediğine kulak vermek, senin durduğun yerde durmak yanlış... İkimizin arasına dünya girdi. İsteğinin oluru yok benden yana. Var sen bildiğini işle.”

 

Hızır Paşa bu beklemediği çıkış karşısında Pir Sultan’ı hapse attırıyor. Zindanda akıllansın, aklı başına gelsin diyor. Güce itaat etmeyen insanları zindana atarlar. Zalimlerin özelliği budur. Bugün de 100 binlerce insanı hapse attılar. Uslansın, kendilerine gelsinler, akılları başlarına gelsin, padişaha itaat etsinler diye.

 

Günler geçti. Hızır baktı ki, Pir Sultan fikrini değiştirmiyor. Ne vardı isteğine tamam dese, ne vardı padişahtan yanayım dese... Tekrar çağırttı Pir Sultan’ı. “Yaptığın doğru değil koca pir. Döndüm yolumdan lanet olsun Şah’a de. Yine gönlün bildiğini okusun. Kimselere fikrini belli etme. Ama görünüşte döndüm de. Ne kaybedersin. Bak şimdi padişah kullarını çağıracağım. Onların yanında padişaha övgü diz. İçinde Şah lafı geçmeyen bir deyiş söyle ki döndüğüne inandır huzurdakileri. Sen Banaz’a dön sağ salim, ben de İstanbul’a.”

 

Hızır Paşa emir buyurdu. İnsanlar toplandı. Pir Sultan’ın eline sazı verildi. Ve Pir Sultan tabii ki doğru bildiği ile dillendirdi sözünü:

 

Kadılar, müftüler fetva yazarsa

İşte kement, işte boynum asarsa

İşte hançer, işte kellem keserse

Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan

 

Hz. Hüseyin şehit edildiğinde de kimse ona sahip çıkmamıştı. Oradaki insanlar o 72 kişinin şehit edilmesine ya destek olmuştu ya da sessiz kalmıştı. Pir Sultan hakkında verilen karara da insanlar itiraz etmedi, sessiz kaldılar. İdam kararı verildi.

 

O zamanın adeti üzere, birisi idam edileceği günün akşamından cellatlar eteklerine ziller takar dolaşırlarmış. Sokaklarda zil takıp dolaşıldığını duyunca Pir Sultan anladı ve dedi ki:

 

Sivas illerinde zilim çalınır

Çamlı beller bölük bölük bölünür

Ben dosttan ayrıldım bağrım delinir

Kâtip ahvalimi yaz şaha böyle

 

Pir Sultan Abdal’ım hey Hızır Paşa

Gör ki neler gelir sağ olan başa

Hasret koydun bizi kavim kardaşa

Kâtip ahvalimi yaz şaha böyle

 

Bu şekilde yola koydu insanlar Pir Sultan Abdal’ı. Ama Pir Sultan’ın sözleri, deyişleri o günden bugüne söylenmeye devam ediliyor. Hz. Hüseyin o günden beri anılıyor. Onun hatırası için oruçlar tutuluyor. Yaslar, matemler tutuluyor. Yezit için kimse matem tutmuyor. Ey köylüler! Dünün köylüleri! Bugün milletvekili, bakan olmuş köylüler! Sizi de unutacaklar. Ama bu zulmedilenler var ya… Bu işinden, eşinden olan, evinden, ekmeğinden olan, insanlar var ya bunların hikayeleri anlatılacak. Bunlar yazılacak, okunacak. Tarih işte bunları anlatacak. Sizi de lanetle anacaklar. 

 

Ben de (elimden bu geliyor) Hz. Ali’nin hatırasını, Peygamberimizin torunlarının, ehlinin hatırasını yaşatmak için bunları söylüyorum. Bu deyişleri devam ettiriyorum. 

 

Dik duranların boynunu hep kesmişler. Ehli Beyt, zalimler karşısında dik durma kültürüne sahip olmuş. Zalimlerin tarafını tutanlar da hep güce tapmaya, Allah’a tapıyorum derken güce tapmaya, lidere tapınmaya devam etmişler, bugün de devam ediyorlar. 

 

Siyasi tarafgirlik uğruna kardeşlerinizi katletmeyin. Onlara terörist demeyin. Onların malı yağmalansın, helaldir demeyin. Bunun hesabını veremezsiniz. 

 

Dik durun. Pir Sultan Abdal gibi dik durun. Gerekirsen darağacına gidelim ama dik duralım.


9 Temmuz 2021 Cuma

Ölümsüzlüğü diliyorum (30 Haziran 2020)


Rüzgâr gibiydin; geldin geçtin
Sen her zaman barış istedin
Savaşta öldün, biliyorum
Tekrar mülaki olmak için
Ölümsüzlüğü özlüyorum

Her gün ölüyoruz ama farkında değiliz. Ölenle de ölmüyoruz zaten, hayatımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Biz ölünce de aynısı olacak; insanlar bir süre üzülüp anacaklar, sonra unutacaklar. Haluk kardeşim vefat edeli bir yıl oldu. Ancak, Haluk Hoca gibilerin vefatında bazı farklılıklar var. Onlar sembol kişiler. Bu gibi kişilerin oluşturdukları çekim kuvveti çok güçlü. Uzun süre devam edip etkisini gösterebiliyor. Güneş sistemi oluştuktan sonra gezegenlerin Güneş etrafında dönmesi gibi. Tabii o çekim de bir süre sonra zayıflayıp yok olacak. Belki de sonsuz olan yaratıcının bilinmesi için böyle olması gerekiyor.

Bize düşen, iyi olan hareketleri gücümüz yettiğince devam ettirmek, canlı tutmaktır. Bu açıdan Haluk Hoca’nın mücadelesine iyi bakmak gerekir. O en zor şartlarda zulme ve zalimlere meydan okudu. Korkmadı. Diyeceksiniz ki, belki öleceğini bildiği için korkmadı. Evet, bir hekim olarak ölümün kendisine yakın olduğunu biliyordu. Ancak, ölüm hepimize yakın. Oysa malına-mülküne çökülmüş, hürriyeti kısıtlanmış, haksız damgalanmalara maruz bırakılmış yüzbinlerce insan belki biraz korkularından, biraz da itaat üzere yetişmiş olmalarından dolayı seslerini çıkarıp bir kez olsun “Bana zulmedildi/ediliyor” diyemedi, diyemiyor.

Bu açıdan Haluk Hocanın sembol olan sözleri önemlidir. Haluk Savaş ne demişti? “Memleketimi bırakıp hiçbir yere gitmeyeceğim. Burada bağıra bağıra öleceğim ve herkes bunun sebebinin kimler olduğunu bilecek”. Bağıra bağıra ölmedi hamdolsun. Vefat etmeden birkaç gün önce yanında olan bir arkadaşım huzur içerisinde olduğunu söylemişti. Ölüm döşeğinde dahi zulme karşı mücadele mesajları vermesi ayrıca manidardır. Bunu kimlerin yaptığını herkes bilecek demişti. Eğer şüphesi olan varsa söyleyeyim. Bunu yapanlar özelde tek tek politikacısından amirine ve memuruna, en tepeden en aşağısına kadar bu istibdat döneminin figürleridir. Genel anlamda da 85 milyonun içindeki bütün din ve milliyet tüccarlarıdır.

Haluk Hocayı anlatmak için 5 dakikalık açıklamalar yetmez. Onu tartışan sempozyumlar yapılmalı, belgeseller çekilmeli bence. Cezaevinde yazmaya başladığı hatıralarını bana tashih ettirmişti. Bildiğim kadarıyla yayınlanmadı o hatıralar. Yayınlanmasını dilerim. Tedavisinin bilerek nasıl geciktirildiğini, eski iş arkadaşlarının siyasi çıkarlar uğruna kendisine nasıl düşmanca davrandığını, tıbbi ahlakın kabul edemeyeceği utanmazlıkları yapan meslektaşlarını isimleriyle anlatıyordu o hatıralarda.

Ölümünün yıldönümü vesilesiyle Haluk kardeşimin benim için önemli olan birkaç yönünü paylaşayım:

  • O bir dost idi. Son istibdat döneminde gerçek dost sahibi olmanın ne kadar zor ve önemli olduğunu gördük. Hastalığına rağmen başkalarının dertleriyle ilgilenirdi. Kanser olduğunu öğrendiğimde bir arkadaşımla Antep’te ziyaretine gitmiştik. Başarılı ve nam yapmış bir psikiyatri profesörü olarak ekonomik durumu çok iyiydi. Hapsedilmiş ve etiketlenmiş olması hastalarının sayısını azaltmamıştı. Evindeki hal hatır faslı sırasında benim cezaevi sonrasında üniversitelere başvurduğumu ama kabul edilmediğimi, şimdilik evimin balkonunu ofis yaptığımı, orada danışmanlık ve tercüme işleriyle meşgul olduğumu anlattım. Durumuma çok üzüldü ve “Hele bak, bu ülkenin profesörlerine reva gördüğü yaşantıya bak. Bilime ve alime saygı duymayan milletin sonu nasıl olabilir ki...” dedi ve cebindeki bütün parayı çıkarıp zorla benim cebime soktu. “Zekeriya’cığım, burada ne kadar olduğunu bilmiyorum ama bu parayı bana iyilik yapmak için kabul et. Biliyorum, sen kanaatkarsın; ihtiyacın olmayabilir ama benim sana iyilik yapma ihtiyacım var” demişti. Beni ağlatan, unutamadığım bir hatıradır...
  • O bir mücadele insanıydı. Mücahit arayanlar onun hayatına baksın. Haluk Hocayı üniversite yıllarından beri tanıyorum. O öğrenciyken de doğru bildiklerini açıkça söylemekten çekinmez ve inandığı konuda sonuna kadar mücadele ederdi. Vefatına kadar da birçok insana ilham kaynağı oldu. KHK platformlarındaki çalışmaları incelenmeye değerdir. Yaydığı enerji güçlü bir çekim alanı oluşturuyordu. KHK platformları Prof. Dr. Haluk Savaş adını bir vefa olarak taşımaya devam ediyor. Bu istibdat dönemi bittiğinde ve Türkiye’ye huzur geldiğinde de adı belgesellere konu olacaktır. Sonraki nesillere örnek olmasını diliyorum.
  • O bir insan tutkalıydı. KHK zulmü ile mücadelede her kesimden insanın bir araya gelmesinde onun bakış tarzının etkili olduğunu düşünüyorum. Bir taraftan inancını ve değerlerini korurken diğer taraftan hak arayışında kimseyi ötekileştirmiyor, her düşünceye ve yaşam tarzına saygı duyuyordu. KHK platformlarında gördüğüm bu birlikte yaşama kültürü bana gelecek adına da ümit vermektedir. Gelecekte bir barış toplumu olacaksa ancak bu şekilde başarılı olabilir.
  • O bir bilim insanıydı. Alanının en iyilerindendi. Bilirsiniz, genel geçer bir nasihattir: Ne yaptığınız o kadar önemli değil, hoşunuza giden bir işi yapın ama yaptığınız işte en iyi olun. Bilimsel atıf sayılarına bakarsanız bunu siz de teyit edeceksiniz. Ömrünün son yıllarında akademik üretim imkanlarının olmamasına ve vefatının üzerinden bir yıl geçmesine rağmen bilimsel eserlerine yapılan atıf sayısı 6 bine yakındır. 

Bir karşılaştırma yapabilesiniz diye söyleyeyim, Boğaziçi Üniversitesi kayyım rektörü Melih Bulu’nun güncel toplam atıf sayısı 800 civarındadır.

İnancıma göre kanserden ölen şehit gibidir. Hele hele tedavi imkanları elinden alınmış, geciktirilmiş, mazlum olarak ölen kişi şehittir. Şehitler ölmez. 

Sonuç olarak, Haluk kardeşimin bana zamanında dediği gibi ben de ona seslenmek istiyorum: “Haluk Hocam, seni insanlığın evrensel değerlerine sahip çıkan bir insan olarak tanıdım. Türkiye’de zulme karşı durmak için bütün imkanlarınla çalıştığına şahidim. Şimdi inancının vadettiği cennette olduğunu kuvvetle ümit ediyorum. Yine de kendi manevi ihtiyacımdan dolayı sana her gün dua ediyorum ve etmeye de devam edeceğim. Ölümsüzlüğün olduğu yerde ebedi muhabbetimizin devam etmesini diliyorum. Allah rahmet etsin.”

7 Temmuz 2021 Çarşamba

KHK'lılar harama, hırsızlığa göz yummadıkları için KHK'lı oldular - Değerlerimizi koruyalım!



Babam Almanya’ya 1962 yılında gelmiş. 

“Birinci nesil” gurbetçiler ya da Gastarbeiter olarak bilinen babam ve akranları Türkiye’deki zor şartlara karşılık Almanya’da el üstünde tutulmalarının, karşılaştıkları refah ve misafirperverliğin karşılığını fazlasıyla vermişler. 

 

Babam Almanya’da 16 sene kalmış. İlk sıla ziyaretini 3 senelik gurbetçilikten sonra yapmış. O zamanın güçlü ve sağlıklı delikanlıları Almanya’nın kalkınmasında önemli bir rol oynamışlar. Minnettarlıklarının bir göstergesi olarak ağır beden işçiliği gerektiren işleri hiç gocunmadan ve işten kaçmadan yapmışlar. 

 

1971 yılında ağabeyim de babamın yanında çalışmaya başladığında onun çalıştığı tanker üretim fabrikasında iki hafta ancak dayanabilmiş. Ağabeyim o günleri şöyle anlatıyor: “Tankerin içerisinde sıcağın altında, maskeli olarak, ağır makinelerle iç kısma cila yapıyorduk. Gün sonunda o kadar yoruluyordum ki, ayakkabılarımı çıkaramadan uyuyakalıyordum. ‘Ölüm böyle bir şey herhalde diyordum’ kendime”.


Babalarımızın çoğu okur yazar veya ilkokul mezunu idi. Benim akranlarımın ise çoğu 10 yıllık liseyi bitirip meslek sahibi oldular. Şimdi onların çocukları, yani üçüncü nesil de büyüdüler ve çalışmaya başladılar. Ancak, nesiller geçmesine rağmen Türkiye kökenlilerin eğitim, entegrasyon ve beyaz yakalı meslekler açısından dezavantajlı konumu maalesef devam ediyor. İkinci veya üçüncü nesil arasında öğretmen, doktor, avukat, mühendis gibi meslek sahipleri halen orantısal olarak düşük. 

 

Mevcut tablo için şüphesiz Alman toplumu da kendini sorgulamalı ve düşünmelidir. Ama bana sorarsanız çok şaşılacak bir durum yok. Marmara tıpta öğrenciyken genç bir hocamız yeni göreve başlamıştı: Memet Özek. Memet hoca bize şöyle demişti: “Benim babam profesördü. Onun babası da profesördü. Ben de profesör olacağım” Kendisi zaten kısa zamanda da beyin cerrahisi profesörü oldu. Demek istediğim, daha çok zamana ihtiyacımız var. Toplum sınıflarında değişimler kolay olmuyor. Belki dört nesil, belki de daha fazlası gerekiyor.


Diyeceksiniz ki, “Profesörlükten daha önemli bir husus var: insanlık!” Kesinlikle haklısınız. İşte ben de sözü oraya getirecektim. İşçi sınıfının çocukları olarak sınıf atlamamız zor olabilir. Ancak, babalarımızın, dedelerimizin saf ve temiz ruhlu Anadolu insanları olarak birlikte getirdikleri değerler var: 

  • İnanç, 

  • Doğru sözlü olma, 

  • Eline-beline-diline sahip olma, 

  • Vatanseverlik, 

  • Misafirperverlik, 

  • Diğergamlık, 

  • Yardımseverlik, 

  • Hakperestlik, 

  • Vefalı olma, 

  • Haram korkusu… 

 

‘İyi insan olma’ diye tanımlayabileceğimiz bu değerler her meslekten ve statüden üstündür, önemlidir. Peki, bu değerleri koruyup nesiller arasında aktarabildik mi? Alman toplumu bizi bu değerlerle mi biliyor? Maalesef hayır!


Almanlar bizi sözünde durmayan, kendisini ve yakın ailesini koruyan ama toplumun genelini ve devleti önemsemeyen bireyler olarak tanıyorlar. İçimizden çıkan kötü örnekleri önleyemedik. İyi örnekleri de yaygınlaştırıp topluma sunacak noktaya getiremedik. 


Bir Türk iş adamı arkadaşım var. Yanında çalışan göçmenlerle ilgili şöyle bir sıkıntısını dile getirdi: Almanya’da şu sıralar asgari saat ücreti 9,5 Euro (https://www.dgb.de/themen/++co++6ca263de-fb0e-11e9-bdcf-52540088cada). Arkadaşım çalışanlarına 12-15 Euro arası saat ücretleri ödüyor. 

 

Aylık 2500 Euro brüt geliri olan 35 yaşında, eşi çalışmayan, evli ve iki küçük çocuklu (Steuerklasse 3) bir çalışanın eline ay sonunda yaklaşık 1950 Euro para geçiyor (https://www.brutto-netto-rechner.info/). Hadi 500 Euro da çocuk yardımı alsın, toplamda yaklaşık 2500 Euro eder. Bu kişi işsiz olsa ve sosyal yardım alsa 1200 Euro kira desteği (https://www.muenchen.de/rathaus/Stadtverwaltung/Sozialreferat/Sozialamt/Mietobergrenzen.html) ve bir o kadar da sosyal yardım alacak (https://www.stmas.bayern.de/sozialhilfe/sozialhilfesaetze/index.php) yani ay sonunda eline neredeyse aynı miktarda para geçecek. 

 

Türkler arasında yaygın olan bir uygulama var. Maaşlarının bir kısmını elden almaya çalışıyorlar. Yasadışı olmanın dışında bu uygulama ile işveren, işçi için devlete vergi ödemekten kurtuluyor, işçi de hem sosyal yardımını alıyor hem de maaşını. Peki kim zarar ediyor? Devlet, Alman toplumu ve tabii ki Türk imajı. 

 

İş bununla kalmıyor. Kişi, alacağı mülkü başkasının üzerine yapıyor, yasadışı kazançlarını banka hesabına aktaramadığı için bu paraları illegal yollardan Türkiye’ye gönderme sektörü de ortaya çıkıyor. Türkiye’deki kuyumcularla yapılan anlaşmaları ve dahasını Oktan Erdikmen’den dinleyebilirsiniz. Ayrıntılarıyla anlatıyor.

 

Almanya’da 1000 Euronun üzerinde nakit parayı bir hesaba yatırmaya çalıştığınızda paranın nereden geldiği soruluyor. Yeni geldiğimde ev sahibime 1580 Euro göndermem gerekiyordu. Banka memuru parayı bir türlü almıyor. Ben de ısrar ediyorum. Neyse, bir yetkiliyi çağırdı. Ben amacımı izah ettikten sonra görevli şöyle dedi. “Israr etmeye devam ederseniz sizi bildirmem gerekir” Ben hala anlayamıyorum. ‘Sanırım Almancamda bir sorun var’ diye düşünüyorum. Adamcağız sonunda “Polise bildirmem gerekir” deyince işin ciddiyetini anladım.


Buna benzer hikayeler çok. Jobcenter’dan işsizlik maaşı alan ama zengin sayılabilecek çok insan var (https://www.wa.de/hamm/hartz-4-ehepaar-jobcenter-bargeld-goldschatz-hamm-nrw-vermoegen-geschenke-schmuck-tuerkische-hochzeit-90059655.html). Apartmanlarını kendi üzerlerinde göstermedikleri için sosyal yardım almaya devam eden kiralık mülk zengini Türkler var. 

 

Olsun diyebilirsiniz. Bana ne? Alman devleti aciz mi? Takip etsin ve gereğini yapsın. Buna döneceğim ama önce başka bir hususu belirtmek istiyorum.

 

Avrupa’da göçmenlerin en çok ilgi gösterdiği ülke Almanya. Bugün için Almanya’da yaklaşık 3 milyon Türk yaşıyor ama son 5 yılda gelenlerin hikayesi çok daha farklı. Onların çoğu Türkiye’deki KHK rejimi tarafından ihraç edilmiş, hapse atılmış, ceza verilmiş, Türkiye’de kendisine bir gelecek göremediği için bu seçimi zorunlu olarak yapan insanlar. Birinci nesil Gastarbeiter dedelerimizden farklı olarak bu insanların tamamı üniversite mezunu (https://www.researchgate.net/publication/342917327_UCUNCU_YILINDA_OHAL%27in_TOPLUMSAL_MALIYETLERI). Önceleri yıllık 1500-2000 arasında olan Türkiye kökenli sığınmacı sayısının son yıllarda yıllık 10 binin üzerine çıktığı düşünülürse bu şekilde Almanya’ya gelen en az 50 bin kişinin söz konusu olduğunu söyleyebiliriz.

 


Bild

https://www.proasyl.de/thema/fakten-zahlen-argumente/statistiken/


Almanya’ya sığınmacı olarak gelen Türklerin geliş yollarında yaşadıkları sık sık gündem oluyor (https://tenkilmuseum.com/). Kamyon kasalarında gelenleri, Meriç’ten geçenleri çokça duymuşsunuzdur. Ben bir doktordan 10 saat boyunca bir kamyonun altında dingilin üzerinde yatarak Türkiye’den kaçtığını dinledim. Bu riskli yolculuğu mutsuz bir şekilde bitenler de çok fazla. Çocuklarını, eşini Meriç’te kurban verenler, Yunan kolluk kuvvetleri tarafından geri itilenler, Türkiye tarafında tutuklanıp hapse konanlar… Çok sayıda hüzünlü hikaye var. Anlatmaya da dinlemeye de yürek dayanmaz.


Bir şekilde Almanya’da sığınmacı statüsü alanlar da her şeylerini sıfırlamış olarak buradaki hayatlarına başlıyorlar. Malları, mülkleri, hatta ünvanlarını da geride bırakarak... Bu insanlar zaten bir gün birilerine göre “Allah’ın lütfu” olan darbe ile uyandıklarında her şeylerini kaybetmişlerdi. O nedenle peşinde oldukları şey eski zenginlikleri, saygınlıkları, şan ve şöhretleri olamaz. Bana sorarsanız bu insanlar özgürlük ve ifade hakkı peşinde bütün bu zahmetlere katlanıyorlar.


Almanya, kapitalist dünya sisteminin içerisinde olabilecek en sosyal devlet. İşsizler ve gelir düzeyi düşük olanlar hep korunuyor. Alman vatandaşlarına çeşitli sosyal destekler olduğu gibi, sığınmacıların da asgari ihtiyaçları karşılanıyor. Alman Ekonomi Enstitüsü’nün tahminlerine göre, 2016 ve 2017 yıllarında Almanya sığınmacıların barınma, bakım, uyum ve dil kursları için 50 milyar Euro ayırmış (https://www.zeit.de/wirtschaft/2016-02/fluechtlinge-haushalt-kosten-studie-iw).


İşte bu noktada son sözümü söyleyebilirim. Alman devleti tabii ki aciz değil. Çözüm bulur, gereğini yapar veya yapmaz, onların bileceği bir şey. Ancak, burada yaşayan göçmenlerin tamamını ilgilendiren bir husus var: Bazı Alman vatandaşları, özellikle de ırkçı gruplar zaten göçmenleri devletin sırtında bir kambur olarak görüyor. Bu tür hikayeler arttığında da doğal olarak toplumun öfkesi o gruptaki insanlara yöneliyor. Bunu yapanlar çoğunlukla Türkler ise “Türkler sahtekardır” imajı oluşuyor. Ama bundan daha da önemli, fundamental bir durum var. Türkiye’de burs verdiği, bağış yaptığı için kovuşturma geçiren ve her şeyini kaybedip Almanya’ya sığınan insanların bir süre sonra ortama ayak uydurma ve yaşadıkları gibi inanma tehlikesi. Yani inancı için hapis yatmayı göze alan insanlar para için inançlarından vazgeçmesidir bu. 


Sanırım Türkiye’den gelirken her şeyini sıfırlayan insanlar bir süre Almanya’da kaldıktan sonra buradaki usulsüzlükleri kanıksıyorlar. Kendilerine Jobcenter tarafından yıllarca ödenen yardımların birilerinin ödediği vergiler sayesinde gerçekleştiğini fark edemiyorlar veya önemsemiyorlar. Her şeyden önemlisi, inandıkları gibi yaşamayınca yaşadıkları gibi inanma tehlikeleri var. Bunu yapmasınlar, yapmayınız, yapmayalım. Birbirimizin yanlışlarını görmezden gelmeyelim. Alman toplumuna değerlerimizle katkıda bulunabiliriz. Hem aklını hem de duygularını kullanan, evrensel insani değerleri benimsemiş bu eğitimli insanlarımız çift kanatlı zülcenaheyndirler. Gastarbeiter torunlarıyla el ele verebilirsek hep birlikte Türkiye’nin ve Müslümanların bozuk imajını değiştirme potansiyelimizin olduğunu düşünüyorum.


Kendime soruyorum: Almanya’ya sığınan KHK mağdurları da vergi kaçırır mı? Misafirperverliğe cevap nasıl olmalı? Dedelerimizin, babalarımızın evrensel değerlerine sahip çıkacak mıyız? Dünyaya rol model olacak bir toplum olma sevdamız var mı? Biz değilsek kim yapacak bunu?