9 Temmuz 2021 Cuma

Ölümsüzlüğü diliyorum (30 Haziran 2020)


Rüzgâr gibiydin; geldin geçtin
Sen her zaman barış istedin
Savaşta öldün, biliyorum
Tekrar mülaki olmak için
Ölümsüzlüğü özlüyorum

Her gün ölüyoruz ama farkında değiliz. Ölenle de ölmüyoruz zaten, hayatımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Biz ölünce de aynısı olacak; insanlar bir süre üzülüp anacaklar, sonra unutacaklar. Haluk kardeşim vefat edeli bir yıl oldu. Ancak, Haluk Hoca gibilerin vefatında bazı farklılıklar var. Onlar sembol kişiler. Bu gibi kişilerin oluşturdukları çekim kuvveti çok güçlü. Uzun süre devam edip etkisini gösterebiliyor. Güneş sistemi oluştuktan sonra gezegenlerin Güneş etrafında dönmesi gibi. Tabii o çekim de bir süre sonra zayıflayıp yok olacak. Belki de sonsuz olan yaratıcının bilinmesi için böyle olması gerekiyor.

Bize düşen, iyi olan hareketleri gücümüz yettiğince devam ettirmek, canlı tutmaktır. Bu açıdan Haluk Hoca’nın mücadelesine iyi bakmak gerekir. O en zor şartlarda zulme ve zalimlere meydan okudu. Korkmadı. Diyeceksiniz ki, belki öleceğini bildiği için korkmadı. Evet, bir hekim olarak ölümün kendisine yakın olduğunu biliyordu. Ancak, ölüm hepimize yakın. Oysa malına-mülküne çökülmüş, hürriyeti kısıtlanmış, haksız damgalanmalara maruz bırakılmış yüzbinlerce insan belki biraz korkularından, biraz da itaat üzere yetişmiş olmalarından dolayı seslerini çıkarıp bir kez olsun “Bana zulmedildi/ediliyor” diyemedi, diyemiyor.

Bu açıdan Haluk Hocanın sembol olan sözleri önemlidir. Haluk Savaş ne demişti? “Memleketimi bırakıp hiçbir yere gitmeyeceğim. Burada bağıra bağıra öleceğim ve herkes bunun sebebinin kimler olduğunu bilecek”. Bağıra bağıra ölmedi hamdolsun. Vefat etmeden birkaç gün önce yanında olan bir arkadaşım huzur içerisinde olduğunu söylemişti. Ölüm döşeğinde dahi zulme karşı mücadele mesajları vermesi ayrıca manidardır. Bunu kimlerin yaptığını herkes bilecek demişti. Eğer şüphesi olan varsa söyleyeyim. Bunu yapanlar özelde tek tek politikacısından amirine ve memuruna, en tepeden en aşağısına kadar bu istibdat döneminin figürleridir. Genel anlamda da 85 milyonun içindeki bütün din ve milliyet tüccarlarıdır.

Haluk Hocayı anlatmak için 5 dakikalık açıklamalar yetmez. Onu tartışan sempozyumlar yapılmalı, belgeseller çekilmeli bence. Cezaevinde yazmaya başladığı hatıralarını bana tashih ettirmişti. Bildiğim kadarıyla yayınlanmadı o hatıralar. Yayınlanmasını dilerim. Tedavisinin bilerek nasıl geciktirildiğini, eski iş arkadaşlarının siyasi çıkarlar uğruna kendisine nasıl düşmanca davrandığını, tıbbi ahlakın kabul edemeyeceği utanmazlıkları yapan meslektaşlarını isimleriyle anlatıyordu o hatıralarda.

Ölümünün yıldönümü vesilesiyle Haluk kardeşimin benim için önemli olan birkaç yönünü paylaşayım:

  • O bir dost idi. Son istibdat döneminde gerçek dost sahibi olmanın ne kadar zor ve önemli olduğunu gördük. Hastalığına rağmen başkalarının dertleriyle ilgilenirdi. Kanser olduğunu öğrendiğimde bir arkadaşımla Antep’te ziyaretine gitmiştik. Başarılı ve nam yapmış bir psikiyatri profesörü olarak ekonomik durumu çok iyiydi. Hapsedilmiş ve etiketlenmiş olması hastalarının sayısını azaltmamıştı. Evindeki hal hatır faslı sırasında benim cezaevi sonrasında üniversitelere başvurduğumu ama kabul edilmediğimi, şimdilik evimin balkonunu ofis yaptığımı, orada danışmanlık ve tercüme işleriyle meşgul olduğumu anlattım. Durumuma çok üzüldü ve “Hele bak, bu ülkenin profesörlerine reva gördüğü yaşantıya bak. Bilime ve alime saygı duymayan milletin sonu nasıl olabilir ki...” dedi ve cebindeki bütün parayı çıkarıp zorla benim cebime soktu. “Zekeriya’cığım, burada ne kadar olduğunu bilmiyorum ama bu parayı bana iyilik yapmak için kabul et. Biliyorum, sen kanaatkarsın; ihtiyacın olmayabilir ama benim sana iyilik yapma ihtiyacım var” demişti. Beni ağlatan, unutamadığım bir hatıradır...
  • O bir mücadele insanıydı. Mücahit arayanlar onun hayatına baksın. Haluk Hocayı üniversite yıllarından beri tanıyorum. O öğrenciyken de doğru bildiklerini açıkça söylemekten çekinmez ve inandığı konuda sonuna kadar mücadele ederdi. Vefatına kadar da birçok insana ilham kaynağı oldu. KHK platformlarındaki çalışmaları incelenmeye değerdir. Yaydığı enerji güçlü bir çekim alanı oluşturuyordu. KHK platformları Prof. Dr. Haluk Savaş adını bir vefa olarak taşımaya devam ediyor. Bu istibdat dönemi bittiğinde ve Türkiye’ye huzur geldiğinde de adı belgesellere konu olacaktır. Sonraki nesillere örnek olmasını diliyorum.
  • O bir insan tutkalıydı. KHK zulmü ile mücadelede her kesimden insanın bir araya gelmesinde onun bakış tarzının etkili olduğunu düşünüyorum. Bir taraftan inancını ve değerlerini korurken diğer taraftan hak arayışında kimseyi ötekileştirmiyor, her düşünceye ve yaşam tarzına saygı duyuyordu. KHK platformlarında gördüğüm bu birlikte yaşama kültürü bana gelecek adına da ümit vermektedir. Gelecekte bir barış toplumu olacaksa ancak bu şekilde başarılı olabilir.
  • O bir bilim insanıydı. Alanının en iyilerindendi. Bilirsiniz, genel geçer bir nasihattir: Ne yaptığınız o kadar önemli değil, hoşunuza giden bir işi yapın ama yaptığınız işte en iyi olun. Bilimsel atıf sayılarına bakarsanız bunu siz de teyit edeceksiniz. Ömrünün son yıllarında akademik üretim imkanlarının olmamasına ve vefatının üzerinden bir yıl geçmesine rağmen bilimsel eserlerine yapılan atıf sayısı 6 bine yakındır. 

Bir karşılaştırma yapabilesiniz diye söyleyeyim, Boğaziçi Üniversitesi kayyım rektörü Melih Bulu’nun güncel toplam atıf sayısı 800 civarındadır.

İnancıma göre kanserden ölen şehit gibidir. Hele hele tedavi imkanları elinden alınmış, geciktirilmiş, mazlum olarak ölen kişi şehittir. Şehitler ölmez. 

Sonuç olarak, Haluk kardeşimin bana zamanında dediği gibi ben de ona seslenmek istiyorum: “Haluk Hocam, seni insanlığın evrensel değerlerine sahip çıkan bir insan olarak tanıdım. Türkiye’de zulme karşı durmak için bütün imkanlarınla çalıştığına şahidim. Şimdi inancının vadettiği cennette olduğunu kuvvetle ümit ediyorum. Yine de kendi manevi ihtiyacımdan dolayı sana her gün dua ediyorum ve etmeye de devam edeceğim. Ölümsüzlüğün olduğu yerde ebedi muhabbetimizin devam etmesini diliyorum. Allah rahmet etsin.”

7 Temmuz 2021 Çarşamba

KHK'lılar harama, hırsızlığa göz yummadıkları için KHK'lı oldular - Değerlerimizi koruyalım!



Babam Almanya’ya 1962 yılında gelmiş. 

“Birinci nesil” gurbetçiler ya da Gastarbeiter olarak bilinen babam ve akranları Türkiye’deki zor şartlara karşılık Almanya’da el üstünde tutulmalarının, karşılaştıkları refah ve misafirperverliğin karşılığını fazlasıyla vermişler. 

 

Babam Almanya’da 16 sene kalmış. İlk sıla ziyaretini 3 senelik gurbetçilikten sonra yapmış. O zamanın güçlü ve sağlıklı delikanlıları Almanya’nın kalkınmasında önemli bir rol oynamışlar. Minnettarlıklarının bir göstergesi olarak ağır beden işçiliği gerektiren işleri hiç gocunmadan ve işten kaçmadan yapmışlar. 

 

1971 yılında ağabeyim de babamın yanında çalışmaya başladığında onun çalıştığı tanker üretim fabrikasında iki hafta ancak dayanabilmiş. Ağabeyim o günleri şöyle anlatıyor: “Tankerin içerisinde sıcağın altında, maskeli olarak, ağır makinelerle iç kısma cila yapıyorduk. Gün sonunda o kadar yoruluyordum ki, ayakkabılarımı çıkaramadan uyuyakalıyordum. ‘Ölüm böyle bir şey herhalde diyordum’ kendime”.


Babalarımızın çoğu okur yazar veya ilkokul mezunu idi. Benim akranlarımın ise çoğu 10 yıllık liseyi bitirip meslek sahibi oldular. Şimdi onların çocukları, yani üçüncü nesil de büyüdüler ve çalışmaya başladılar. Ancak, nesiller geçmesine rağmen Türkiye kökenlilerin eğitim, entegrasyon ve beyaz yakalı meslekler açısından dezavantajlı konumu maalesef devam ediyor. İkinci veya üçüncü nesil arasında öğretmen, doktor, avukat, mühendis gibi meslek sahipleri halen orantısal olarak düşük. 

 

Mevcut tablo için şüphesiz Alman toplumu da kendini sorgulamalı ve düşünmelidir. Ama bana sorarsanız çok şaşılacak bir durum yok. Marmara tıpta öğrenciyken genç bir hocamız yeni göreve başlamıştı: Memet Özek. Memet hoca bize şöyle demişti: “Benim babam profesördü. Onun babası da profesördü. Ben de profesör olacağım” Kendisi zaten kısa zamanda da beyin cerrahisi profesörü oldu. Demek istediğim, daha çok zamana ihtiyacımız var. Toplum sınıflarında değişimler kolay olmuyor. Belki dört nesil, belki de daha fazlası gerekiyor.


Diyeceksiniz ki, “Profesörlükten daha önemli bir husus var: insanlık!” Kesinlikle haklısınız. İşte ben de sözü oraya getirecektim. İşçi sınıfının çocukları olarak sınıf atlamamız zor olabilir. Ancak, babalarımızın, dedelerimizin saf ve temiz ruhlu Anadolu insanları olarak birlikte getirdikleri değerler var: 

  • İnanç, 

  • Doğru sözlü olma, 

  • Eline-beline-diline sahip olma, 

  • Vatanseverlik, 

  • Misafirperverlik, 

  • Diğergamlık, 

  • Yardımseverlik, 

  • Hakperestlik, 

  • Vefalı olma, 

  • Haram korkusu… 

 

‘İyi insan olma’ diye tanımlayabileceğimiz bu değerler her meslekten ve statüden üstündür, önemlidir. Peki, bu değerleri koruyup nesiller arasında aktarabildik mi? Alman toplumu bizi bu değerlerle mi biliyor? Maalesef hayır!


Almanlar bizi sözünde durmayan, kendisini ve yakın ailesini koruyan ama toplumun genelini ve devleti önemsemeyen bireyler olarak tanıyorlar. İçimizden çıkan kötü örnekleri önleyemedik. İyi örnekleri de yaygınlaştırıp topluma sunacak noktaya getiremedik. 


Bir Türk iş adamı arkadaşım var. Yanında çalışan göçmenlerle ilgili şöyle bir sıkıntısını dile getirdi: Almanya’da şu sıralar asgari saat ücreti 9,5 Euro (https://www.dgb.de/themen/++co++6ca263de-fb0e-11e9-bdcf-52540088cada). Arkadaşım çalışanlarına 12-15 Euro arası saat ücretleri ödüyor. 

 

Aylık 2500 Euro brüt geliri olan 35 yaşında, eşi çalışmayan, evli ve iki küçük çocuklu (Steuerklasse 3) bir çalışanın eline ay sonunda yaklaşık 1950 Euro para geçiyor (https://www.brutto-netto-rechner.info/). Hadi 500 Euro da çocuk yardımı alsın, toplamda yaklaşık 2500 Euro eder. Bu kişi işsiz olsa ve sosyal yardım alsa 1200 Euro kira desteği (https://www.muenchen.de/rathaus/Stadtverwaltung/Sozialreferat/Sozialamt/Mietobergrenzen.html) ve bir o kadar da sosyal yardım alacak (https://www.stmas.bayern.de/sozialhilfe/sozialhilfesaetze/index.php) yani ay sonunda eline neredeyse aynı miktarda para geçecek. 

 

Türkler arasında yaygın olan bir uygulama var. Maaşlarının bir kısmını elden almaya çalışıyorlar. Yasadışı olmanın dışında bu uygulama ile işveren, işçi için devlete vergi ödemekten kurtuluyor, işçi de hem sosyal yardımını alıyor hem de maaşını. Peki kim zarar ediyor? Devlet, Alman toplumu ve tabii ki Türk imajı. 

 

İş bununla kalmıyor. Kişi, alacağı mülkü başkasının üzerine yapıyor, yasadışı kazançlarını banka hesabına aktaramadığı için bu paraları illegal yollardan Türkiye’ye gönderme sektörü de ortaya çıkıyor. Türkiye’deki kuyumcularla yapılan anlaşmaları ve dahasını Oktan Erdikmen’den dinleyebilirsiniz. Ayrıntılarıyla anlatıyor.

 

Almanya’da 1000 Euronun üzerinde nakit parayı bir hesaba yatırmaya çalıştığınızda paranın nereden geldiği soruluyor. Yeni geldiğimde ev sahibime 1580 Euro göndermem gerekiyordu. Banka memuru parayı bir türlü almıyor. Ben de ısrar ediyorum. Neyse, bir yetkiliyi çağırdı. Ben amacımı izah ettikten sonra görevli şöyle dedi. “Israr etmeye devam ederseniz sizi bildirmem gerekir” Ben hala anlayamıyorum. ‘Sanırım Almancamda bir sorun var’ diye düşünüyorum. Adamcağız sonunda “Polise bildirmem gerekir” deyince işin ciddiyetini anladım.


Buna benzer hikayeler çok. Jobcenter’dan işsizlik maaşı alan ama zengin sayılabilecek çok insan var (https://www.wa.de/hamm/hartz-4-ehepaar-jobcenter-bargeld-goldschatz-hamm-nrw-vermoegen-geschenke-schmuck-tuerkische-hochzeit-90059655.html). Apartmanlarını kendi üzerlerinde göstermedikleri için sosyal yardım almaya devam eden kiralık mülk zengini Türkler var. 

 

Olsun diyebilirsiniz. Bana ne? Alman devleti aciz mi? Takip etsin ve gereğini yapsın. Buna döneceğim ama önce başka bir hususu belirtmek istiyorum.

 

Avrupa’da göçmenlerin en çok ilgi gösterdiği ülke Almanya. Bugün için Almanya’da yaklaşık 3 milyon Türk yaşıyor ama son 5 yılda gelenlerin hikayesi çok daha farklı. Onların çoğu Türkiye’deki KHK rejimi tarafından ihraç edilmiş, hapse atılmış, ceza verilmiş, Türkiye’de kendisine bir gelecek göremediği için bu seçimi zorunlu olarak yapan insanlar. Birinci nesil Gastarbeiter dedelerimizden farklı olarak bu insanların tamamı üniversite mezunu (https://www.researchgate.net/publication/342917327_UCUNCU_YILINDA_OHAL%27in_TOPLUMSAL_MALIYETLERI). Önceleri yıllık 1500-2000 arasında olan Türkiye kökenli sığınmacı sayısının son yıllarda yıllık 10 binin üzerine çıktığı düşünülürse bu şekilde Almanya’ya gelen en az 50 bin kişinin söz konusu olduğunu söyleyebiliriz.

 


Bild

https://www.proasyl.de/thema/fakten-zahlen-argumente/statistiken/


Almanya’ya sığınmacı olarak gelen Türklerin geliş yollarında yaşadıkları sık sık gündem oluyor (https://tenkilmuseum.com/). Kamyon kasalarında gelenleri, Meriç’ten geçenleri çokça duymuşsunuzdur. Ben bir doktordan 10 saat boyunca bir kamyonun altında dingilin üzerinde yatarak Türkiye’den kaçtığını dinledim. Bu riskli yolculuğu mutsuz bir şekilde bitenler de çok fazla. Çocuklarını, eşini Meriç’te kurban verenler, Yunan kolluk kuvvetleri tarafından geri itilenler, Türkiye tarafında tutuklanıp hapse konanlar… Çok sayıda hüzünlü hikaye var. Anlatmaya da dinlemeye de yürek dayanmaz.


Bir şekilde Almanya’da sığınmacı statüsü alanlar da her şeylerini sıfırlamış olarak buradaki hayatlarına başlıyorlar. Malları, mülkleri, hatta ünvanlarını da geride bırakarak... Bu insanlar zaten bir gün birilerine göre “Allah’ın lütfu” olan darbe ile uyandıklarında her şeylerini kaybetmişlerdi. O nedenle peşinde oldukları şey eski zenginlikleri, saygınlıkları, şan ve şöhretleri olamaz. Bana sorarsanız bu insanlar özgürlük ve ifade hakkı peşinde bütün bu zahmetlere katlanıyorlar.


Almanya, kapitalist dünya sisteminin içerisinde olabilecek en sosyal devlet. İşsizler ve gelir düzeyi düşük olanlar hep korunuyor. Alman vatandaşlarına çeşitli sosyal destekler olduğu gibi, sığınmacıların da asgari ihtiyaçları karşılanıyor. Alman Ekonomi Enstitüsü’nün tahminlerine göre, 2016 ve 2017 yıllarında Almanya sığınmacıların barınma, bakım, uyum ve dil kursları için 50 milyar Euro ayırmış (https://www.zeit.de/wirtschaft/2016-02/fluechtlinge-haushalt-kosten-studie-iw).


İşte bu noktada son sözümü söyleyebilirim. Alman devleti tabii ki aciz değil. Çözüm bulur, gereğini yapar veya yapmaz, onların bileceği bir şey. Ancak, burada yaşayan göçmenlerin tamamını ilgilendiren bir husus var: Bazı Alman vatandaşları, özellikle de ırkçı gruplar zaten göçmenleri devletin sırtında bir kambur olarak görüyor. Bu tür hikayeler arttığında da doğal olarak toplumun öfkesi o gruptaki insanlara yöneliyor. Bunu yapanlar çoğunlukla Türkler ise “Türkler sahtekardır” imajı oluşuyor. Ama bundan daha da önemli, fundamental bir durum var. Türkiye’de burs verdiği, bağış yaptığı için kovuşturma geçiren ve her şeyini kaybedip Almanya’ya sığınan insanların bir süre sonra ortama ayak uydurma ve yaşadıkları gibi inanma tehlikesi. Yani inancı için hapis yatmayı göze alan insanlar para için inançlarından vazgeçmesidir bu. 


Sanırım Türkiye’den gelirken her şeyini sıfırlayan insanlar bir süre Almanya’da kaldıktan sonra buradaki usulsüzlükleri kanıksıyorlar. Kendilerine Jobcenter tarafından yıllarca ödenen yardımların birilerinin ödediği vergiler sayesinde gerçekleştiğini fark edemiyorlar veya önemsemiyorlar. Her şeyden önemlisi, inandıkları gibi yaşamayınca yaşadıkları gibi inanma tehlikeleri var. Bunu yapmasınlar, yapmayınız, yapmayalım. Birbirimizin yanlışlarını görmezden gelmeyelim. Alman toplumuna değerlerimizle katkıda bulunabiliriz. Hem aklını hem de duygularını kullanan, evrensel insani değerleri benimsemiş bu eğitimli insanlarımız çift kanatlı zülcenaheyndirler. Gastarbeiter torunlarıyla el ele verebilirsek hep birlikte Türkiye’nin ve Müslümanların bozuk imajını değiştirme potansiyelimizin olduğunu düşünüyorum.


Kendime soruyorum: Almanya’ya sığınan KHK mağdurları da vergi kaçırır mı? Misafirperverliğe cevap nasıl olmalı? Dedelerimizin, babalarımızın evrensel değerlerine sahip çıkacak mıyız? Dünyaya rol model olacak bir toplum olma sevdamız var mı? Biz değilsek kim yapacak bunu?