Dr. Dilek Ekmekçi
adında bir akademisyen var(https://twitter.com/dilekmekci). Hukukçu. Üniversite hocası. Kendini istismar edilen
genç kızların mücadelesine adamış bir insan. Bilmem tanıyor musunuz? Ben yakın
zamanda bilgi sahibi oldum. Tutuklanmış. Anladığım kadarıyla mafyaların,
çetelerin, karanlık kişilerin tekerine çomak sokmuş.
Bir millet
eğitimli bireylerine bu kadar mı yabancı, bu kadar mı düşman olur. Bu kadar mı
vurdumduymaz olur. Söylediklerinin, iddialarının içeriğine bakmayıp kime
söylediğine bakan, aklı tutulmuş milletvekilleri ve yargıçlar var ne yazık ki.
Yapmayın!
Dilek Ekmekçi, Türkiye’de insan hakları ve adalet
mücadelesinin önemli isimlerinden biri. Hayatı, yurttaki zorluklar ve ailesini
bulma çabasıyla dolu dramatik bir hikayeye sahip. Ekmekçi, kız çocuklarının
istismara karşı korunması için mücadele ederken, iftira ve kamu görevlisine
hakaret suçlamalarıyla karşı karşıya kalmış ve tutuklanmış. Sizin çocuklarınıza
sahip çıkmaya çalışırken; bizim çocuklarımıza sahip çıkmaya çalışırken…
Dr. Ekmekçi, kız çocuklarını istismardan koruma adına
yaptığı çalışmalarla tanınıyor.
Maalesef, bu çabaları onu tehlikeli ve güçlü mafyatik gruplarla karşı karşıya
getirmiş. Sinan Ateş cinayeti hakkında önemli
iddialarda bulundu ve bu cinayetin arkasında büyük bir örgütlenmenin olduğunu
öne sürdü. Bu iddialar nedeniyle hedef haline geldi ve sosyal medya
paylaşımları üzerinden haksız yere suçlamalarla karşılaştı.
Dilek Ekmekçi’nin sadece adil yargılanma hakkı için değil,
aynı zamanda kız çocuklarının korunması adına verdiği mücadelenin farkında
olmanızı ve bu konuya dikkat çekmenizi istiyorum. Ekmekçi'nin serbest
bırakılması ve hakkındaki asılsız suçlamaların düşürülmesi gerektiğine
inanıyorum. İnsan haklarına ve adalete olan inancımızla, hepimiz Dilek
Ekmekçi’nin yanında durmalı ve sesimizi yükseltmeliyiz.
Bu videoyu izleyen herkesi, kız çocuklarının haklarını
koruma ve Dilek Ekmekçi’nin iddialarını dikkate alma konusunda daha aktif
olmaya davet ediyorum. Adaletin yerini bulması ve gerçek suçluların
cezalandırılması için hep birlikte mücadele etmeliyiz. Lütfen kendi toplumunuzdan yetişen iyi insanlara
sahip çıkınız. Yoksa hepten ahlaksızların, dolandırıcıların, hırsızların,
yalancıların, ikiyüzlülerin eline kalacaksınız!
Sen ki yücesin, azizsin; her şeye kadirsin ve rahmet sahibisin. Göklerde ve yerde olan her şeyi işitir, görürsün. Peygamberin Muhammed Mustafa’ya sonsuz salat ve selam olsun. Zayıf sözlerimi yücelt; insanlara ulaşsın diye arz ediyorum. Sözlerimi değerli kıl ki, insanlar dinlesin ve üzerinde düşünsün. Sözüme etki gücü ver, merhametini esirgeme. Kullarının beni duymasını sağla.
Allah’ım, yalnızca Sana yalvarırım; başka sığınacak kimsem yok. Üzüntümü ve hüznümü yalnızca Seninle paylaşırım. İnsanlara derdimi anlatamıyorum, dinleyenler az.
Allah’ım, yüreğimde bir yük, dilimde yalnızca senin duyabileceğin bir dua var. Türkiye'den uzakta, halkımın içindeki sıkıntıları görmek kalbimi kırıyor. Gün geçtikçe derinleşen yaralar içinde, adaletin ve merhametin izini sürenlerin sesini yükseltiyorum.
Ülkemde, bir zamanlar bir arada yaşamanın huzuru içinde olan insanlar, şimdi birbirine yabancı; siyasi, etnik ve dini farklılıklar yüzünden bölünmüş durumdalar. Toplumum, zulüm ve adaletsizlik sarmalında kaybolmuş, akıl ve bilimin ışığından uzaklaşmış gibi görünüyor.
Milletimin son zamanlarda tamamen dengesizleştiğini, akıl tutulması yaşadığını görüyorum. Zulümde birlik olmuş, savunmasız insanlara yafta yapıştırma yarışına girmişler. Kendilerine sadece faydası olan milyonlarca insana törörist etiketi yapıştırdı, yüzbinlercesini işlerinden etti, hapse attılar. Onlarca anne, yaşlı, hasta ve bebek zulüm görüyor hapislerde. Yapılanların hiçbiri akılla, bilimle, dinle ya da ahlakla açıklanamaz. Adaletsizlik, toplumun ana ilkesi haline gelmiş; bir zalimin ve onun yandaşlarının nefret dolu söylemleriyle uçuruma doğru koşuyorlar.
Hakikati söyleyenleri susturuyor, gazetecileri hapse atıyor, alimlere işkence yapıyor, ölülere dahi hakaret ediyorlar. İlmî sözler dinlenmiyor, yazılanlar okunmuyor. Dedikodular ve münafıkların yalanlarıyla hareket ediyorlar. Halkımın yönünü şaşırdığını, kısa vadeli çıkarlar uğruna zalim
yöneticilere destek verip zulme ortak olduklarını görüyorum.
Allah'ım, aralarında bilerek zalimlik yapanlar da vardır. Ama onların çoğu cahil,
bilmiyorlar. Onları helak etme, düşünmeleri için mühlet ver. İçlerindeki
iyiler için, ya Rab. Allah'ım, geçmiş iyilikler hatırına, gelecekte içlerinden çıkacak muhtemel hayırlı nesiller hatırına, onları helak etme. Hakkı hak olarak görebilmeleri ve ona uymaları için basiret ver.
Allah’ım, halkımın içindeki iyilikten yana olanları kuvvetlendir. Gerçekleri söyleyen, adaleti savunan, zulme başkaldıran yürekleri koru. Onların sesleri, toplumun daha iyi bir geleceğe uyanması için bir ışık olsun.
Adaletsizliğe uğrayan herkese, her yaştan, her inançtan ve her kökenden olanlara merhamet et. Onlara sabır ve güç ver. Mazlumlara yapılan zulmü sona erdir ve onlara adaletin serinliğini göster.
Allah'ım, ömrümü ilimle, araştırma ve öğrenmeyle geçirdim ama halkım beni ve benim gibileri dinlemiyor. Sana sığınıyor, sadece Senden yardım istiyorum. Eğer bu toplumu helak edeceksen, içlerindeki masumları ayır. Onlar, bütün zorluklara rağmen, tebliğlerine devam ediyor; dışlanmayı, horlanmayı, hakareti ve işkenceyi göze alarak... Senin merhametini biliyorum, halkımın içindeki mazlumlara merhamet et, onlara daha fazla eziyet edilmesine izin verme.
Mülk Senin, her şey Senin kontrolünde. Senden başka sığınacak yok, Senden gelen her şeye razıyım. Beni bağışla, hidayet üzere adımlarımı sabit kıl. Peygamberin Muhammed Mustafa’ya sonsuz salat ve selam olsun; yalnız Sana kulluk eder, yalnız Senden yardım dilerim.
İkinci Dünya Savaşı'nın insanlık
üzerindeki derin etkileri, 1950'lerden itibaren sosyal psikoloji alanında pek
çok deneysel çalışmanın yapılmasına zemin hazırlamıştır. Bu çalışmalar, insan
davranışlarının ardında yatan sosyal dinamikleri ve kötülük ile iyiliğin
kökenlerini aydınlatmayı amaçlamıştır. Öne çıkan bazı deneyler şunlardır:
Milgram Deneyi: Otorite figürlerine itaat etme
eğilimimizi ortaya koymuştur. Bireyler, vicdani değerleriyle çelişse bile,
otorite tarafından yönlendirildiğinde emirlere uyma eğilimi göstermiştir.https://tr.wikipedia.org/wiki/Milgram_deneyi
Stanford Hapishane Deneyi: Bireylerin atanmış rolleri nasıl
içselleştirdiğini ve bu rollerin insanlara zarar verebilecek davranışlara
nasıl yol açabildiğini göstermiştir.https://tr.wikipedia.org/wiki/Stanford_hapishane_deneyi
Marina Abramović'in Performansı
(Rhythm 0): Bir sanatçının, insanların savunmasız bir bireye nasıl zarar
verebileceğini dramatik bir şekilde sergilemiştir.https://en.wikipedia.org/wiki/Rhythm_0
Joshua Bell Deneyi: Ünlü bir keman sanatçısı metroda
çaldığında, müziğin değerinin çevresel etkilerle nasıl göz ardı
edilebileceğini göstermiştir.https://youtu.be/hnOPu0_YWhw?si=E_M7ubPkGEEWe_7-
Bystander Effect (Jhon Darley
& Bibb Latene Deneyi): Bir grup içinde, bireylerin bir mağdura yardım etme olasılığının
nasıl azaldığını ortaya koymuştur.https://en.wikipedia.org/wiki/Bystander_effect
Bu deneyler, kötülüğün ve barbarlığın
toplumlarda nasıl "olağan ve normal" olarak kabul edilebileceğini
gözler önüne sermiştir. Kötülük ve iyilik, insan doğasının ayrılmaz
parçalarıdır ve genetik yapılarımızda mevcuttur. Ancak hangisinin baskın
çıkacağı, bireyin aldığı eğitim, yaşadığı sosyal çevre ve kültürel yapı ile
şekillenir.
Özellikle Almanya'nın tarihi, bu
durumu vurgulayan çarpıcı bir örnektir. Aydınlanma ve Sanayi Devrimi'nin beşiği
olan bu ülke, zamanla, faşist bir diktatörün etkisi altında kısa sürede nasıl değişebileceğini
göstermiştir.
“İnsanlar kendi idarecilerinin
yolundadırlar”.Toplum, liderlerin
yön verdiği şekli alır.Bu nedenle kanaat önderleri, devlet yöneticileri, aydınlar, gazeteciler ve
sanatçıların toplum üzerindeki etkileri büyük sorumluluk taşır.
Kötülüğü engellemek
için aktif çabalar gereklidir. Toplumda bu tür misyonlara sahip bireylerin
desteklenmesi, kötülüğün yayılmasını önlemek için hayati önem taşır.Kendimize
sormalıyız: Ben kötülük ve iyiliğin mücadelesinde ne yapıyorum ve nerede
duruyorum?
*Beşirli hocama bu yazı için verdiği ilhamdan dolayı teşekkür ederim.
Hekimler normal nörolojik durumu “şuur açık, oryente” diye tanımlar. Fakat, çevrenin, olan bitenin, hakikatin, gerçeğin farkında olmak anlamındaki “oryantasyon” kelimesinin Orient'ten (Doğu) geldiğini atlarız sıklıkla. Bir zamanlar “farkındalık” ve “hakikat bilgisi”, “Doğu’yu bilmek”ten geçermiş ve böyle anlatılırmış Batı’da.
Loreena McKennitt’in “Marco Polo” adlı müziğini dinlerken Batı’dan, Doğu’nun şimdilerde nasıl göründüğünü düşündüm: Biraz mistik, biraz gizemli, biraz oynak ve kıvrak, biraz vahşi ve bedevi, biraz iptidai ve fakir vs... 19. yy’ın oryantalizm perspektifi bu; halen de hakim bakış açısı bu maalesef. Doğu’nun da böyle olmadığını söyleyememek ise daha bir acı. Bunların üzerine, bir de “potansiyel terörist” olarak da tanımlanmak ise çok daha büyük bir acı.
Peki, Marco Polo’nun “Orient”i öyle mi idi acaba? Yoksa ışığın doğduğu yer mi idi? Ya da dünyanın ve eşyanın künhüne vakıf (oryente) olmak için bilinmesi, görülmesi gereken bir referans nokta mı idi Doğu? Evet, öyle idi. Doğuyu bilmek, “oryente” olmak ile eş anlamlı idi, o zamanlar.
Taa ötelerde bir yerde, zengin ve uygar bir dünya idi Doğu. Masalımsı, keşfedilesi ve mutlaka elde edilesi bir dünya! Bu nedenle 11.-12.yy’da Haçlı Seferleri düzenlenmişti Doğu’yu ele geçirmek üzere; “din” bahanesi ile... Marco Polo da 13. yy'da ticaret için keşfe çıkmıştı bu zengin ve masalımsı ma'mur dünyayı. Neler anlatmaz ki: altın, gümüş ve her türlü değerli taşlar ile süslü devasa saraylar, 6.000 kişilik yemek salonları, dünyanın her tarafından her türlü ağaç, süs ve meyve bitkisinin olduğu bahçeler, geyik, ceylan, sincap vs. çeşit çeşit hayvanların bulunduğu saray bahçeleri, dilenci, haydut, hırsız olmaması, fakir çocuklara bakılması, işsizlere iş bulunması, her yerde zengin bir ticaret hayatının varlığı, en az 200 bin at ve en az 10 bin postacının hizmet verdiği devasa bir posta sistemi, her yerde mükemmel bir yönetim-organizasyon kurgusu, yabancılara dost canlısı olunması vs., vs...
Efsanevi zenginliğin ve güzelliklerin olduğu, bilinmez diyarlardan oluşan bu Doğu, dünyayı bilen (oryente) olmanın yolunun onu bilmekten geçtiği bir yerdi batılılarca. Böyle idi yüzyıllarca...
Şimdiki halimize bakıp, M. Akif Ersoy gibi derim ben de; güzel bir müziğin vermesi gereken keyif yerine, içimdeki tarifsiz acılar ile... “Bir, neyiz? Seyreyle artık; bir de fikr et, neymişiz?”
(*) Orient: Doğu Oryente olmak: Bilincin açık, kişi, yer, zaman ve duruma yönelik farkındalık olması.
Not: “Işık Doğudan Gelir” diyen C. Meriç’i de hayırla yad edelim bu vesile ile!
Dünyanın
yaşanabilir bir yer olması için neler gerekiyor? Uçan otomobiller mi? İnsanlara
hizmet eden robotlar mı? Kansere çare bulunması mı? Bunlar elbette önemli,
ancak ben size daha derin, daha etkili, daha ekonomik ve daha hızlı
ulaşılabilir bir şey söyleyeyim: Evrensel insani değerlere sahip çıkmak.
Hırsızlık yapmamak, yalan söylememek, başkasının malını gasp etmemek,
zulmetmemek, yardımlaşmak, mala tamah etmemek, öldürmemek, çevreye saygılı
olmak, haddini bilmek, rüşvet yememek... Benimle hemfikir olsanız bile bunun
gerçekleşemeyeceğini de söyleyeceksiniz muhtemelen. Çünkü insanın içinde hem
iyilik hem de kötülük var. İçinizdeki iyiliğin galip gelmesine çalışın. Bunu
başarmış birisini merak ediyorsanız işte babam Salim Aktürk.
***
Babam
15 Ocak 2024 Pazartesi günü vefat etti. Kimliğine göre 96 yaşındaydı. Ama ne
zaman yaşını sorsam “Yaş 99 oğlum” derdi. Onun zamanında çocukların doğduktan
bir süre sonra nüfusa kaydedildikleri düşünülürse haklı çıkmış olabilir…
Çoğu
kişi babasını sever. Ben de babama çok düşkündüm. Onun gidişi beni derinden
sarstı. Babamla hatıralarımızı düşünmeye başladım. Sonra yazmaya karar verdim. Bunun
hem bana iyi geleceğini hem de babamın hayatında herkes için ibret alınacak
hususlar olduğunu düşünüyorum.
***
Babamın mesleki
hayatı katırcılıkla başlamış. Köyümüzde esnaf olan dedemin katırlarıyla
Yomra’ya yük çekermiş. 1961’de Almanya’ya işçi gönderilmesine dair protokol
imzalanınca babam da ilk kafilelerden biriyle Almanya’ya gitmek istemiş. Dedem
durumu öğrenince davetiyeyi yırtmış. Başlıkta dedim ya: O inandığını yaşayan
bir adamdı. Yeniden başvurmuş. Dedem bu sefer davetiyeyi abime verip babama
yollamış. “Bunu babana ver, mademki çok istiyor, gitsin
bakalım” demiş. Pasaport çıkarıp sonraki kafilelerden biriyle 1962 yılında Beckum’a
gelmiş. Burada bir marmelat tankı üretim firmasında çalışmış. Tankın iç
kısmının cilasını ve kaynağını yaparmış. Abim diyor ki, “Yıllar sonra beni
Almanya’ya davet ettiğinde o tankın içinde bir gün çalıştım. Akşam olduğunda
‘Sanırım ölmek böyle bir şey; galiba ölüyorum’ diye hissettim”.
1975
yılında Türkiye’ye kesin dönüş yapmış. Böylece 13 yıl Almanya’da işçi olarak
çalışmış. İlk seçimlerde köyümüzün muhtarı olmuş. Köyümüzün mahalle yolları,
bitişik köylerle olan yol bağlantıları, istinat duvarları, sağlık ocağı, okula
lojman ve camiye minare gibi çok hizmetler yapmış. Bu hizmetleri vatandaşlardan
topladığı paralarla yapıyordu ama kendi birikimleri de yavaş yavaş araya
gidiyordu. Sonuçta kendisi ve ailesi için herhangi bir yatırım yapmadan bu
dünyadan göçtü. Bütün varını halkı için harcadı. Bir gün bana mahcup bir edayla
şöyle demişti: “Oğlum, ben senin için bir şey yapamadım”. Oysa daha ne
yapacaktı; dağ gibi arkamda duran, gurur duyarak anacağım bir babaydı o!
Muhtarlık
döneminin başında, Kaymakam Sami Seçkin Beyle Almanya’ya gitmiş. Almanya’daki
köyümüzün vatandaşlarından topladığı paralarla yeni bir Caterpillar D7 dozer
alarak köye dönmüş. Bu dozerle köyün bütün yollarını yaptıktan sonra komşu
köylerin yolları da yapılmış. O zamanlar köylerimizde araba yolu yoktu.
İnsanlar yüklerini sırtlarında taşıyor, hastaları olsa hastalarını araba yolu
olan yere kadar icabında sal ile taşımak zorunda kalıyordu. Yaylaya göç
edileceği zaman ineklerle bir güne yakın yol yürünürdü.
Caterpillar D7 Dozer
Kaymakam
Sami Beyden sonra Yomra’ya Nihat Öner Bey kaymakam olarak geldi. Kendisi 12
Eylül mağdurlarındandı. Nihat Bey Yomra Tepeköy arasındaki yolu genişletme
projesi yaptırdı. Bunun için de daha büyük bir dozer gerekiyordu; babama tekrar
Almanya yolları gözüktü. Muhtarlığı döneminde Kaymakam Nihat Öner Beyle tekrar
Almanya’ya gitti. Yine Almanya’da çalışan vatandaşlardan para topladı.
Topladığı paralarla kullanılmış bir D8 dozer aldılar. İkinci seferde alınan D8
Caterpillar ile Yomra Oymalı arasında Grup yolu denilen yolu yaptılar.
Vatandaşın babama çok büyük bir güveni vardı. Harama tenezzül etmezdi. Dürüst,
çalışkan ve cömertti. Bu güven sayesinde ve kaymakam beylerin de teşvik, destek
ve yönetmesiyle halk tarafından her türlü yardım yapılıyordu.
Caterpillar D8 Dozer
Muhtarlığının
son dönemlerinde 1993 yılında, Tepeköy, Oymalı köyü ve Demirciler köyünün
birleşerek Belediye olmaları için müracaatta bulundu. Yapılan referandumda Tepeköy
ve Oymalı köyü birleşerek Oymalıtepe belediyesini oluşturdular. Genç
arkadaşları belediye başkanlığı işinin ona göre olmadığını söyleyerek ikna
ettiler. Böylece babam muhtarlığa son verdi. Bu onun hayatı için şaşılacak bir
durum değildi. Ağaçları o dikmişti ama meyveleri başkaları yiyecekti. Arkadaş
kalitesini de siz değerlendirin artık…
***
Babam
ciddi bir adamdı. Onun şakası da ciddiydi. Sert mizaçlıydı. İnsanlar onun
yanında yanlış yapmaktan çekinirdi. Gerektiğinde racon kesen kabadayı bir yanı
vardı. Kısa ve öz konuşur, kendini dinletirdi.
Muhtarlık döneminde
kendisini Muhtar Salim diye çağırıyorlardı. Hacca gittikten sonra Hacı Salim
diyenler fazlalaşmıştı. Bazıları da Muhtar Hacı Salim derdi. Gençlik yıllarında
fötr şapkası hep başındaydı. İhtiyarlığında fötr şapkanın yerini takke almıştı.
İyice ihtiyarlayıp tıraş olamaz hale gelene kadar sakal bırakmadı. Birlikte
yola çıkacak olsak ve tıraş olmamış olsam “Sakalını neden kesmemişsin?” derdi.
Şimdinin din taciri yobazlarını görünce onlara benzememek için mi öyle
yapıyordu diye soruyorum kendime…
Lider kişilikliydi.
Cömertti. Bulunduğu mecliste bir harcama yapılacaksa o yapmalıydı. Düzenli ve
tertipli olmamızı isterdi. Düzensizliğe tahammül edemezdi. Evde eşyalarının
hepsinin yeri belliydi.
Çalışkandı. Sabah
erken kahvaltısını yapar ve evden çıkar, akşama kadar köyün işlerini takip
ederdi. Dışarıda pek yemek yemezdi. Fındık toplama mevsimi geldiğinde herkesten
önce bahçeye iner, iş bitene kadar da herkesten fazla çalışırdı. Hiç boş durmazdı. Sağlığında evin önünde 5-6 kovan
arısı vardı. Zaman buldukça onlarla ilgilenirdi.
Babam arılarıyla ilgileniyor
***
Belli
ki, Almanya’ya babasının tam rızasını almadan gittiği için mahcuptu. ilk iznine
iki yıl üzerine gelmiş, o süre zarfında bütün kazançlarını biriktirip dedeme
götürmüş. Parayı dedemin masasına bıraktığında dedem “Ben bu parayı ne yapacağım?” demiş. Ne
yapacağını bilememiş. Oturduğu yerden kalkmış, oturmuş. Tekrar kalkmış, yeniden
oturmuş... Babam, “Ne istersen onu yap, para senin”… Böylece babasının gönlünü
ve duasını almış.
Babam Almanya’da arkadaşlarıyla kaldığı
Heim’da
O
hep başkaları için yaşadı. Bütün birikimini köyü için harcadı. Üç erkek
kardeşinin işçi olarak Almanya’ya gelmesini sağladı. Daha sonra erkek
kardeşlerinin dördü ve iki kız kardeşi Wuppertal’e yerleştiler. Yedi kardeşin ikincisiydi. Kardeşlerinin en küçüğü hariç hepsi babamdan önce vefat etti.
Şimdi onların 3.-4. Kuşak torunları Almanya’da yerleşik olarak yaşıyorlar. Birlik ve
beraberlikten çok hoşlanırdı. Kardeşleri ile beraber iş yapmak için çok çaba
sarf etmiş fakat başarılı olamamıştı.
***
Almanya’da
çalışırken 1965 yılında parmağını iş makinesine kaptırmış. Anneme sağlığının
iyi olduğunu ifade etmek için bir fotoğraf yollamış. O zamanlar işçiler
haklarından haberdar değillerdi. O kaza için bir tazminat almak aklına bile
gelmemiş.
İş kazasından sonra çekilmiş bir fotoğrafı
İş kazasından sonra annemize gönderdiği
fotoğraf
***
Babam
askerliğini 36 ay, bahriyeli olarak yapmıştı. Askerlik döneminde gemi almak
için Amerika Birleşik Devletleri’ne gitmiş, San Francisco'da 6 ay kalmıştı. Arkadaşıyla
geminin güvertesinden denize nasıl atladıklarını keyifle anlatırdı. Orduyu
Peygamber ocağı olarak görür ve saygı duyardı. Asteğmen kıyafetimle ziyaretine
geldiğimde pek hoşuna gitmişti.
Asteğmen iken 1994’te babamı ziyarete
gitmiştim
Emekliliğinden
sonra köydeki mütevazı evinde yaşıyordu. Kahvehanelerde çay içip insanlarla
konuşmayı, yaylalara gitmeyi severdi. Nasıl sevmesin ki, kendi dozeriyle
yapılan yolları gördükçe mutlu oluyordu. “Bu dağlardaki yolların çoğunu benim
dozerim yapmış oğlum.” derdi. Yaylaya giderken her kahvehaneye uğrar, mutlaka
çay içerdik.
Kahvehanede
Fırsat
bulduğumda hep ziyaretine gider, olabildiğince uzun süre yanında kalmaya
çalışırdım. Sanırım son zamanlardaki en uzun birlikteliğimiz Arabistan’daki
görevimden istifa edip döndükten sonra işe başlayana kadar geçen birkaç aydan
ibaretti. Erzurum’da çalışırken bir Ramazan her hafta sonu babamı ziyaret etmeyi
düşündüm. Ama yol uzun. Tereddüdümü arkadaşım Doç. Dr. Memet Işık giderdi: “Zekeriya
hocam, sen bilirsin ama benim babam yaşasaydı onu her sabah bir sepetle sırtıma
alır, işe getirir, bütün gün yüzüne bakmak isterdim…” Şimdi daha iyi anlıyorum
Memet hocamın neler hissettiğini…
Dinci
ve milliyetçi zalimlerin işbirliğiyle hapse atılıp çıktıktan sonra bir akademik
danışmanlık firması kurmuştum. Akademik tercüme ve makalelere istatistik
analizler yapıyordum. Nasılsa bilgisayardan çalışıyorum diye köye gidip babamla
biraz zaman geçirmeye karar verdim. Babam çalışmayanı sevmezdi. Benim bütün gün
evde bilgisayar kucağımda oturmam zoruna gidiyordu ama bir şey demekte de zorlanıyordu.
Ara ara “Ne yaparsın orada sen? İşin yok mu senin?” dediği oluyordu. Tatlı
şakalaşmalarımızdan sonra cebimden para çıkarıp gösterince ikna olmuştu ama
yine de anlayamamıştı. Doktor oğlu bütün gün bilgisayara bakıyor ve para
kazanıyor; nasıl olabilirdi ki…
Değirmenci Mehmet abinin kahvehanesinde
Arkamızda sisli Karadeniz dağları
***
Babam,
Arkadaşları tarafından sevilen ve sayılan bir cemiyet insanıydı. Onun en büyük
özelliği inandığı gibi yaşamasıydı. Okul okumamıştı ama bilgisiyle amel
ediyordu. Doğru olanı yapar, yanlışlardan mutlak kaçınırdı. Harama yaklaşmaz,
farzlara eksiksiz uyardı.
Eve
hep gazete ile gelirdi; Milliyet gazetesi. Ecevit’i severdi. “O yakınlarını
kollamıyor, kendi adamlarına yedirmiyor; dürüst bir insan” derdi. Bu anlamda
solcu olarak bilinirdi. Hatta bana sorsanız sosyalistti derim. Peygamberimiz
gibi, onu örnek alan bir sosyalist. Dini referans alarak konuşan politikacılara
kızardı. “Sahte selametçilik yapmayın” derdi. Ona göre kendisi “Anadan doğma
selametçi” idi. Selametçi ifadesi o zamanlar Erbakan’a atfedilen bir sözdü.
Onların dinin emir ve yasaklarını anlattıklarını ama uygulamada sahtecilik
yaptıklarını düşünürdü.
Asla
dedikodu yapmazdı. Yapmazdı çünkü dedikodunun kötü olduğunu biliyordu ve
bilgisiyle amel ediyordu. Benim yanımda kimsenin aleyhine konuştuğunu duymadım.
“Hele bir anlatsana, falanca iş nasıl olmuştu?” desem, “Başka işin yok mu senin?”
ya da “Unuttum ben o işleri.” diye cevap verirdi. Küfür ettiğini de duymadım. Kızdığında söylediği en
ağır sözler “Eşoğlu eşek” olurdu.
“Haksız ben dahi olsam ‘Haksızsın baba!’ demelisiniz; haksızdan
yana olunmaz” derdi. Eski zamanda dedemin amcaoğullarından birisi dedemi bir
arazi meselesinden dolayı mahkemeye vermiş. Dedem çok kızmış ve tapusu kendi
üzerinde olan bir arazi için karşı dava açmış. Hâkim yerin görülüp tespitin
yapılmasına karar vermiş. Hâkim at üzerinde köye gelirken babam ona rehberlik ediyormuş. Yolda hâkime demiş ki,
“Babamı kızdırdıkları için böyle bir dava açmış; dava konusu olan yerin tapusu
babamın üzerinedir, fakat yer amcaoğlunundur. Bunu bil, kararını ona göre ver.
Babamı da kızgınlığının sonucu yapacağı yanlışlıktan kurtar.” Hâkim, “Bu nasıl
iş? Babasına karşı ifade verene de ilk defa rastlıyorum…” demiş.
Bir
gün bana nasihat ederken şöyle dedi: “Oğlum, ben 13 sene gurbetçilik yaptım,
kimsenin kadınına bakmadım. Alkolü de tatmadım. Anamdan doğduğum gibi temiz
döndüm memleketime.” Gençlik ateşiyle serbest bir topluma gelen o dönemin
gurbetçileri düşünüldüğünde kendilerine sunulan bohem hayatı birçoğunun
tattığını tahmin edebilirsiniz. Babam bunlara tevessül etmemiş. Çünkü haram
olduğunu biliyordu. Ve bilgisiyle amel etmişti. Bir baba hayatını bu şekilde
yaşarsa işte o zaman oğluna nasihati de tesir eder…
Kendisine
sormuşluğum yok ama babamın hayatı boyunca farz namaz veya orucunu terk
ettiğini sanmıyorum. Kandil namazı, kandil orucu gibi uygulamaları görünce “Ne
yapıyorsunuz?” derdi. “Cennete gideceğiz ya baba” dense, “Allah’ın emirlerini
yapıp yasaklarından kaçmak cennete gitmek için yeterlidir. Tabii ki gideceğiz”
derdi.
Babamın
iftihar duyduğum bir yönü de AKP ve avanelerinin milyonlarca vatandaşımızı
mağdur ettiği zulüm döneminde mazlumların aleyhine söz söylememesi, fitne ve
iftira tufanına kapılmamasıydı. Hamdolsun zulme ortak olmadı. Son yıllarda
zaten epey düşkündü. Kulakları ağır işitiyordu. Haberleri (o “acens” derdi) TRT
kanallarından düzenli dinleme alışkanlığı da azalmıştı. Gerçi babam devleti
kutsal bilen bir terbiye ile yetişmişti ama belki vicdanlı olması, belki başka
faktörler nedeniyle zulme taraf olduğuna şahit olmadım.
Özet
olarak, inandığı gibi yaşayan bir insandı benim babam. Onunla iftihar ediyorum.
Allah rahmet etsin. Melekler yoldaşı olsun. İyi ki Muhtar Hacı Salim’in oğluyum.
***
*Yahya abime, Ayşe ablama, Emine bacıma ve Yunus
kardeşime bu yazıya yaptıkları katkılar için teşekkür ederim. Bu yazı için abimin “Gurbetten Sılaya – Sıladan Gurbete Balını da Tattım Zehrini de
Dünyanın” adlı hatırat kitabından alıntılar yaptım.
Canımın içi, seninle kısa bir sohbet etmek istiyorum. Daha doğrusu ben söyleyeceğim, sen dinle. İlk fırsatta ben de seni dinlemek isterim.
Kaç arkadaşın var?
Yok, sosyal medya arkadaşlarını kastetmiyorum; gerçekten kaç arkadaşın var?
Gece saat üçte arayabileceğin kaç arkadaşın var?
Borç isteyebileceğin kaç kişi var?
Seni kötü(lük)lerden saklayacak kaç dostun var?
Senin için risk alacak kaç ahbabın var?
Yolda kalsan arayabileceğin kaç sevdiğin var?
Yatağa düşsen bakacak kaç habibin var?
Evsiz kalsan sahip çıkacak kaç yarenin var?
Sana dua eden kaç yarin var?
Sözüne inanan ve güvenen kaç insan var?
İnsanın arkadaşı bazen ailesinden de önemli olabilmektedir. Çünkü arkadaşımızı seçebiliyoruz ama akrabamızı biz belirlemedik. Çünkü ailemiz ‘bize rağmen bizledir’ çoğunlukla; arkadaşımız ise ‘biz olduğumuz kadar bizledir’. Biz ne kadar arkadaş isek o kadardır onlar: bizi bize yansıtırlar yani... Ailemizle paylaşmadığımız dertlerimizi ve sırlarımızı arkadaşımızla paylaştığımız olur. Onun için bu arkadaşlık meselesi üzerinde derince düşünmeye değer. Bu konuşmayı çocuğuma yapıyorum. Onun için "sen" olarak hitap edeceğim.
Kendi listeni oluştur ve bir yere yaz. Belki sen bu dünyadan gittikten sonra bakılmasını isteyebilirsin. En iyisi sevdiklerine onları sevdiğini söylemektir. Ama bazen bunu yapamazsın. Fitne durumunda bu zordur mesela... Zamanla listende değişiklikler de olacaktır. Kişilerin dereceleri değişecek, bazıları çıkacak, bazı yeni arkadaşlar eklenecek. Esnek ol.
Hattı zatında sonsuz sayıda arkadaşın da olamaz. Sosyal medya arkadaşlarını yine hariç tutuyorum. Onlara "İrtibatta olunan kişiler" demek daha uygun zaten... Yukarıdaki sorularıma cevap verip bir liste yaptıysan listendeki kişilerin en çok iki elin parmakları kadar olmasını bekliyorum. Eğer daha fazlaysa seni tebrik ederim! Yine de erken sevinme; sınamadan bilemezsin. Dinci münafıklar ve faşist Ergenokoncuların millete yaptıkları kumpasla hapse girdiğimde en sevdiğim iş arkadaşım ve dostum irtibatını kesmişti benimle mesela. Bir dostum ise bazen gece yarısı arayıp konuşmak istediğini söylerdi. Dostluklar olaylarla test edilir. İnsan çaya benzer; sıcak suyun içinde demlenene kadar gerçek rengini bilemezsin.
Diğer taraftan, bir kişinin stabil ilişki sürdürebileceği azami insan sayısının 150 olduğu belirtilmektedir (1). Dolayısıyla irtibatta olduğun kişi sayısı arttıkça ister istemez tercihler yapmak zorunda kalacaksın. Arkadaş sayın 300 olmuşsa hepsiyle sürekli ilişki içinde olman mümkün olmayacaktır. Hepsini araman, hatırlarını sorman, doğum günlerini, bayramlarını tebrik etmene imkan yoktur. Bunun farkında olarak yaşarsan daha az ızdırap çekersin.
Kaldı ki, arkadaş listeni bilinçli olarak da güncellemende fayda var. Tıpkı beğenmediğin bir yemeği yememek veya hoşlanmadığın bir kitabı okumamak gibi... İhtiyacın olduğunda sana faydası olmayan, hatta zararı olan arkadaşlarını sırtında taşımayı bırak. Yükünden kurtulman gereken sahte arkadaşların da olabilir. Onların enerjini tüketmelerine izin verme. Zamanını, değecek insanlara harca. Ispanaktan yağ çıkmaz. Arkadaşlık zaman ve emek ister. Öylelerinin gerçek arkadaşlarına harcaman gereken zaman ve emeği çalmalarına izin verme!
Yirmi yıl kadar önceydi. Cep telefonları yeni yaygınlaşıyordu. Kişinin acil durumlarda aranmasını istediği bir numarayı telefon rehberinde "Acil" (Emergency) olarak kaydetmesi kampanyası başlatılmıştı (2). O günlerde ben de bir dostumu rehberime bu şekilde kaydettim. O gün bu gündür o numarayı değiştirme ihtiyacı hissetmedim. "En sevdiğin arkadaşın kim?" sorusuna cevap vermek zorunda değilsin (😇) ama yine de kendine acil durum dostunun kim olduğunu sor.
Arkadaşlık konusunda belirtilmesi gereken başka bir husus da arkadaşlığın iki yönlü oluşudur. Hani anlatılır ya: Adamın birisi bir beldeye gitmiş. Meclistekilere sormuş
- "Buranın insanları nasıldır?" Bir ihtiyar cevap vermiş;
+ "Geldiğin yerdekiler nasıldı?"
- "Çok kötüydü."
+ "Buradakiler daha da kötüdür".
Adam gitmiş, yeni taşınan başka birisi gelmiş. O da aynı soruyu sormuş. Yine ihtiyar demiş;
+ "Geldiğin yerdekiler nasıldı?"
- "Çok iyiydi."
+ "Buradakiler daha da iyidir".
Kıssanın özü, sana yönelik davranışlar büyük oranda senin aynandır. Sen iyiysen dostların da iyidir.
Dostluk teklifinin karşıdan gelmesini bekleme. Karşılaştığın insanlara gülümse. Hediyeleş. İnsanların özel günlerini kutla. Selamı yay. Böylece dost çevreni geliştirmek için aktif bir çaba içerisinde ol. Göreceksin, arkadaş listen baş edemeyeceğin kadar büyüyecektir.
Almanya'dan bir örnek vermek istiyorum. Malum, Almanlar disiplinli ve soğuk olarak bilinirler. Hatta bir atasözü "Kızmamak övgü olarak yeterlidir" der (Nicht geschimpft ist gelobt genug). Oysa Almanlarla çok candan dostluklar kurmak mümkün. Ben üç yıllık Almanya geçmişimde bu tür dostluklar kurabildiğimi mutlulukla söyleyebilirim. Ancak, yeni geldiğim günlerden bir gün Alman arkadaşımla aramda şöyle bir konuşma geçti:
- "Apartmana taşındım, kimse kapımı çalmadı. Ne kadar soğuk insanlarınız var!"
Bana şu cevabı verdi:
+ "Bizde bireysel haklara çok önem verilir. Yeni taşınan kişi rahatsız edilmek istemeyebilir. Ayrıca yabancı uyruklu birisinin kapısını çalıp kim olduğunu, nereden geldiğini sormak ırkçı ve ayrımcı olarak algılanabilir..."
Sonradan öğrendim ki, burada şöyle de bir adet varmış: Bir mahalleye yeni taşınan kişi taşındığını duyurur ve komşularını davet ederse (Einweihung) herkesin gelmesi ve tuz ve ekmek getirmesi adettenmiş (3). Diğer bir deyişle, komşuların yeni taşınana hoş geldine gelmeleri için önce kişinin komşularını davet etmesi icap ediyormuş.
Arkadaşlarını hangi kategorilere ayıracağın ve nasıl etiketleyeceğin sana kalmış. Ben Twitter takipçilerime sorduğumda çoğunluğun dost ve yoldaş kelimelerini tercih ettiklerini gördüm (4).
Senin de dost ve yoldaşlarının çok olmasını diliyorum. Sınanmış ve iki taraflı onaylanmış gerçek dostlukların olsun.
Unutmadan önemli bir hususu daha vurgulamak istiyorum: Baştaki soruların hepsinin tersi de söz konusu. Seni kaç kişi arkadaşı olarak tanımlar? Senin için dua eden kaç
kişi var? Sen arkadaş olmaya layık mısın? Unutma ki, sen azami 150 kişi ile aktif ilişki sürdürme kapasitesinde olsan da seninle dost olmak isteyenlerin sayısı daha fazla olabilir ve iyi bir insansan öyle de olmalıdır.
Bu konuda son söz Aşık Veysel'den gelsin: Benim sadık yarim kara topraktır.
Çok güzel bir müzik ile sosyal ve ideolojik arkaplanının kısa ve net bir özeti.
Enfes militer bir melodi eşliğinde, elinde silah olan güzel kızlar, yakışıklı delikanlılar ve tatlı çocuklar... Bir kutsal (faşizme direniş) için ölümü kutsayan romantik bir bakış açısı var videoda.
Ancak gördük ki, faşizme karşı romantik bir idealizmi (sosyalizmi) yüceltenler, modern yönetim bilimin verilerini (kuvvetler ayrılığı ilkesi, hukukun üstünlüğü, yönetimde demokratik ilkeler, katılımcı yönetim/yönetişim, şeffaflık, insani değerler, etik-estetik, devletin halkın zabıtası/çobanı değil hizmetçisi olduğu kabülü, insanın sosyalpsikolojisi vs.) kullanmayınca, ideoloji fetişisti olunca, günün sonunda onlar da faşizmden geri kalmayan ceberrut, otoriter diktatörlükler oldular. Yetmiş yıl ömürlü ideolojilerini dünyaya yaymak için 20 milyondan fazla insan öldürdüler “rejim düşmanı” diyerek.
Aynı şeyi bazen ırk-milliyetçilik adına yaptı insanoğlu; bazen de din ve dincilik adına. En çok da “uygarlaştırma misyonu” için yaptı sömürgecilik çağında.
Keşke insan dışı kutsallar yerine, insan yüceltilse de, ölüm yerine “yaşatmak” kutsansa...
Keşke bu videodaki melodi ve romantizm kadar güzel olsa gerçek hayat.
Halbuki, “İnsan; karnında b.k taşıyan, faunanın en vahşi hayvanı!”